Kıyamet Alâmetleri Belirdi {Mehmet Şevket Eygi}

Kıyamet Alâmetleri Belirdi

29 HAZİRAN 2010
SAL 04:10

AHİR zaman alâmetleriyle ilgili olan ve bize tevâtür yoluyla ulaşmış bulunan haberlerin büyük kısmı gerçekleşmiştir. Küçük alametlerin tamamı, büyük alametlerin bir kısmı zuhur etmiştir. Fitne ve fesat ayyuka çıkmıştır. Nifak ve şikak yaygın ve yoğun olmuştur. Maddî ve mânevî yangınlar, âfetler, felâketler dünyayı kasıp kavurmaktadır. Aşağıdaki hususlara dikkatinizi çekmeme izin vermenizi rica ederim:

1. Zina ve bina çok yaygın hale gelmiştir.

2. İki yüz metreyi aşan, başı bulutlara ulaşan dev, şeddadî, nemrudî binalar İstanbul’da göğe ser çekmektedir.

3. Yüz milyonlarca Müslüman, kâfirleri öylesine taklit etmektedir ki, onlar sıçan (kertenkele) deliğine girseler bunlar da girecektir.

4. Nifak ve şikak son derece yayılmıştır.

5. Müslüman kılığındaki birtakım (mecazî mânada)müşrikler Altın Buzağı dinine girmişler, paraya put gibi tapmaya başlamışlardır.

6. Niceleri dilleriyleKur’an okurlar ama o Kur’an hançerelerinden aşağı inip kalplerine nüfuz etmez.

7. Yaşları küçük, akılları güdük bir topluluk zuhur eder, onlar Kur’an okurlar, Hayrilberiyye Efendimizin hadîslerini nakl ederler ama gergin yaydan fırlayıp ava isabet eden, o hızla avdan da çıkıp giden ok gibi dinden çıkarlar.

8. Müslümanların evlerine “Deccal Gözü” girmiştir. Bu deccal Gözleri ile Müslümanların evleri kârhane, meyhâne, batakhâne, kumarhâne, puthâne, fısk ve fücur hâne haline gelmiştir.

9. Fâiz ve riba genelleşmiş, yaygın olmuştur.

10. Onların dinleri para, kıbleleri karıdır denilen uğursuz ve meymenetsiz bir tâife zuhur etmiştir.

11. Emanetlere riayet edilmez, emanetlere hıyanet edilir olmuştur. İşler, hizmetler, vazifeler, memuriyetler, makamlar, mevkiler, kürsiler ehliyetsizlere peşkeş çekilir olmuştur.

12. Emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker (İyiliği desteklemek, kötülüğü kösteklemek farzı) terk ve tâtil edilmiştir.

13. Her türlü fuhşiyyat alenen, cehrî olarak, küstahça işlenir olmuştur.

14. Nice helal yasaklanmış, nice haram helal haline getirilmiştir.

15. Camiler ve mihraplar süslenmiş, lakin vakit namazlarında, hele sabah ve yatsılarda cemaat son derece azalmıştır.

16. Müslüman toplum namazı terk etmiş şehvetlerine uymuştur.

17. Şeriatın tâzim edilmesini istediği şeylere tahkir edilmeye, tahkir edilmesini istediği şeylere tâzim edilmeye başlanmıştır.

18. Öncelikle Müslüman fakirlerin ve miskinlerin hakkı olan zekâtlar Şeriata aykırı olarak toplanmaya ve yine Şeriata aykırı olarak sarf edilmeye başlanmıştır.

19. Ümmet-i Muhammed, karanlık gecede çobansız kalmış, fırtınaya, yağmura, doluya tutulmuş, üstelik kurtların hücumuna uğramış bir koyun sürüsü gibi İmam-ı Kebirsiz ve Emîrü’l-mü’minînsiz kalmıştır.

20. Münafıklık alametleri olan yalan, emanete hıyanet ve vaadini yerine getirmemek çok yaygın hale gelmiştir.

21. Bir kısım Müslümanlar iman kardeşlerine yavuz, galiz, sert ve merhametsiz hareket eder; İslam düşmanı kafirlere karşı rikkatli ve merhametli hareket eder olmuşlardır.

22. Kanaat ve iktisat kalkmış, onun yerini lüks, israf, tebzir, saçıp savurma, sefahat almıştır.

23. İslam dünyasında sefihler idarenin başına geçmişlerdir.

24. Yalancı, fâni, aldatıcı dünya tercih edilmiş, âhirete sırt dönülmüştür.

25. Kendilerine din alimi süsü veren birtakım insî şeytanlar, şerirler Kur’an’a, Sünnete, icmâ-i ümmete, Şeriata aykırı batıl içtihatlar yapmakta, bâtıl fetvalar vermektedir.

26. Ülkede bunca fakir sürünürken, kendilerini dindar sanan ve gösteren bir yığın beyinsiz, Firavunlar ve Nemrudlar gibi sorumsuzca lüks hayat sürmekte, bin çeşit beyinsizlik sergilemekte, komşusu aç gecelerken onlar tok sabahlamaktadır.

27. Cahiller alim sayılmakta, gerçek alimler hor ve hakir görülmektedir.

28. Milyonlarca vasıfsız ve gafil Müslümanı birkaç bin kefere ve fecere parmağında oynatmaktadır.

29. Depremler çoğalmıştır.

30. Yanardağlar patlamaya başlamıştır.

31. Seller, su baskınları, toprak kaymaları, denizden yüksek dalgaların gelmesi ve karaları silip süpürmesi, esrarlı hastalıklar, açlıklar, kıtlıklar, bereketsizlikler çoğalmıştır.

32. Ortalık ulema-i su’ ile dolmuştur.

33. Hak din, doğru yol, kurtuluşun çare ve çözümleri söylendiği, kitaplarda yazılı olduğu halde insanlar bunlara iltifat etmez olmuştur.

Bu gidişatın sonu ya içinde bulunduğumuz tarihî cycle’in kıyametidir, yahut Büyük Kıyamet’tir. Her hâl ü kârda uyanmamız, kendimize çeki düzen vermemiz; İslam’a, Allahın Kitabına, Peygamberin Sünnetine, Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye (Allah’ın rızasına uygun şekilde) dönmemiz gerekir.

Herkes kendisinin, çoluk çocuğunun, yakınlarının, halkının, Ümmetin bütün mensuplarının imanını ve ebedî saadetini kurtarmak için ne kadar ilmi, imkanı ve gücü varsa bunları bütünüyle kullanmalıdır.

Bugünden tedbir almazsak, kıyamet savaşları başlayınca geç kalmış olabiliriz.

Kaza-i mübremi değiştirmek elimizde değildir ama imanla ölmek ve ebedî saadete nail olmak için sebeplere, tedbirlere, çarelere tevessül etmek elimizdedir.

Bize hak da bildirilmiştir, bâtıl da. Kim hakka sarılırsa necat bulur, kim bâtıla yönelirse kaybedenlerden olur. “Bilmiyordum” mâzeretimiz yoktur.

* (İkinci yazı)

Haram Yiyen Alçaklar

HARAMyiyen sahte İslamcıların aleyhinde ağır bir yazı yazmıştım. Bir internet sitesi iktibas etmiş, elli kadar okuyucu yorumu gelmiş. Kırkı beğenmiş, on kadarı “isim ver, niçin isim vermiyorsun, fitne ve fesat çıkartıyorsun” gibi tenkitler yöneltmiş, hattâ bazısı hakaret etmiş…

A mübarekler bu memlekette büyük miktarda haram yiyenleri açıkça tenkit etmek, isimlerini vermek mümkün müdür?

Ne yaparlar adamı? Doğduğuna pişman ederler.

Türkiye’de çok büyük miktarda haram yendiğini, yine çok yoğun bir kokuşma olduğunu inkar etmek ne mümkün. Uluslararası Şeffaflık kurumu her yıl bir anket ve rapor yayınlıyor. Bizim ülkemizin temizlik ve şeffaflık notu, 10 üzerinden 4, yani geçer not alamıyor.

Türkiyede genel, yoğun, yaygın bir kokuşma, ahlaksızlık, rüşvet, haram yeme olduğu tevâtür beyyinesi ile bilinen açık bir gerçektir.

Uluslararası kaynaklar ülkemizdeki kara para miktarının 250 milyar dolar olduğunu belirtiyor.

Adam yolunu bulmuş, bir milyar dolar vurmuş… Sen onun hırsızlıklarını, soygunlarını, talanlarını isim vererek yazarsan seni toz eder.

Bendeniz Müslüman bir yazarım. Müslümanlık ne demektir? Yolsuzlukları, talanları, hırsızlıkları; dinsiz de yapsa tenkit etmektir, Müslüman yapsa da…

Dinsiz yolsuzluk yaparsa tuh kaka, Müslüman yolsuzluk yaparsa “Bizim hırsıza dokunmayın…” Olmaz böyle iki ölçü.

Sevgili Peygamberimiz Habib-i Kibriya Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) ne buyurmuşlar:

“Benim öz kızım Fatımatü’z-Zehra hırsızlık yapsa (bu hırsızlığı şer’an sâbit olursa) onun da elini kestirmekte hiç tereddüt etmem…”

Bendeniz bu zihniyetteyim.

Büyük hırsızların isimlerini, adreslerini, listelerini veremem. Bu benim işim ve vazifem değildir.

Tenkitlerim anonimdir. Yarası olmayan gocunmasın.

“Türkiye’de islamî kesimde büyük hırsız yoktur. Herkes Zemzemle yıkanmış gibi pir ü paktır” diyen çıkarsa ona gülünür ancak.

Bizde hırsızlık yok da, Birleşmiş Milletlerin Dünya Temizlik ve Şeffaflık raporları ne oluyor?

Bazıları benim büyük hırsızları ve talancıları tenkit eden anonim yazılarımdan niçin bu kadar rahatsız oluyor? Niçin üzerlerine alınıyorlar?

Adam birkaç sene önce bir tek arsaya daha fazla inşaat yapmak ve daha fazla kat çıkmak için aracılık yaptı ve bir arsadan bir milyon dolar komisyon aldı. Bütün medya bundan bahsetti.

Şimdi sıkı durun:Böyle on bin kadar “iş” yapılmış. Birbirini yiyen iki parti elemanları bu işlerde yekvücut hareket ediyormuş, bir tek dosyada muhalefet şerhi yokmuş…

Bu memlekete, bu halka, bu devlete ahlaklı, faziletli, temiz şekilde hizmet eden, rüşvet almayan, komisyon almayan, haram yemeyen, nüfuz ticareti yapmayan temiz ve şeffaf siyasetçilere ve belediyecilere hürmet ederim, hepsinin ellerinden öperim.

Benim isim vermeden lanetlediklerim haram yiyenler, kara para sahibi olanlar, rüşvetçiler, komisyoncular, kara para sahipleridir. Allah belâlarını versin.

Geri izlemetrackback

Published in: on Haziran 29, 2010 at 4:51 pm  Yorum Yapın  

Fazlur Rahman Toplantısı

Fazlur Rahman Toplantısı

02/12/2008 – 11:13

ÖNÜMDE büyük boy, ciltli, iyi kağıda basılmış 360 sayfalık bir kitap var.
 
ÖNÜMDE büyük boy, ciltli, iyi kağıda basılmış 360 sayfalık bir kitap var.

İsmi: “İslâm ve Modernizm. Fazlur Rahman Tecrübesi.” 1997’de İstanbul’da 2000 adet bastırılmış.

Bastıran: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı.

Sunuş yazısını o zaman Belediye Başkanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan yazmış. Şu cümlelerle başlıyor.

“Kardeş Pakistan’ın yetiştirdiği büyük bilim adamı ve düşünür Fazlur Rahman, İslâm dünyasında olduğu kadar Batı’da da önemsenen, düşünce ve tezleri üzerinde geniş tartışmalar açılan bir şahsiyettir. Düşünce hayatıyla yakından ilgilenenler merhum Fazlur Rahman’ın Türkiye’de ne büyük bir etkiye sahip olduğunu bilirler. Fazlur Rahman’ı hararetle savunan öğrencileri ve izleyicileri olduğu gibi, ona şiddetli muhalefet gösterenler de var.”

İstanbul Belediyesi 22-23 Şubat 1997’de bir Fazlur Rahman toplantısı tertiplemiş. Buna yabancı uzmanlar da çağrılmış, her gün dört oturum yapılmış, yekun olarak sekiz oturumda otuz kadar tebliğ okunmuş.

Bu kitap, Tarihsellik ekolü veya fırkası denilen bid’at cereyanının kurucusu olan Pakistanlı Fazlur Rahman’ın Ehl-i Sünnete uymayan fikir, inanç ve görüşlerinin bir nevi tanıtım ve savunmasıdır.

O Fazlur Rahman ki, kendi ülkesinde binden fazla din alimi, fakih, müftü, müderris tarafından protesto edilmiş ve kovulmuştur. Kitabın başında Prof. Mehmet S. Aydın’ın bir takrizi (övgüsü) yeralıyor.

Benim bildiğim kadarıyla şu anda Ankara İlahiyat Fakültesi Fazlur Rahman’ın yoluna girmiştir.

Sayın Recep Tayyip Erdoğan, hürmet ve itimat ettiği muhterem Emin Saraç hocaefendiye sormuş olsaydı, Fazlur Rahman’ın kim olduğunu, mahiyetini, içyüzünü öğrenmiş olurdu.

Ben bir Ehl-i SünnetMüslümanı olarak Fazlur Rahman’ı hiç tutmam ve sevmem. Çünkü onun tarihsellik tezi kabul edilirse ortada din diye bir şey kalmaz. O tarihsel, bırak, bu tarihsel boş ver; geriye Yahudilerin ve Haçlıların istediği ılımlı, light, evcil, sulandırılmış bir İslâm kalır. (Diyalog İslâm’ı…)

Türkiye’yi ve İslâm dünyasını kurtaracak yol, zihniyet, tez; yirminci asırda Ehl-i Sünnet İslâmlığının bayraktarlığını yapmış olan Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Düzceli Muhammed Zahid el-Kevserî gibi icazetli gerçek hocaların zihniyetidir.

Fazlur Rahman, kelamcıların incelemesi, tahlil etmesi ve yanlışlarını ortaya koyması gereken bozuk bir fırka kurmuştur. Bu fırkanın, Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Sünnî Müslümanlara bozuk olduğunun bildirilmesi ve başta inançlı aydınlar olmak üzere halkın uyarılması gerekmektedir.

İstanbul BüyükşehirBelediyesi bu Fazlur Rahman toplantısı için kimbilir ne büyük masraflar etti. Dış ülkelerden gelenlerin uçak, beş yıldızlı otel masrafları, ziyafetler, hediyeler vs… Keşke bu paralarla bir Ehl-i Sünnet büyüğü tanıtılmış olsaydı. Ne kadar faydalı ve hayırlı olurdu.

Ehl-i Sünnet’i Savunmak Her Müslümanın Vazifesidir

MÜSLÜMAN bir gazeteci, okur-yazar olarak niçin Ehl-i Sünnet’i destekliyorum, savunuyorum?

Çünkü böyle bir destekleme ve savunma benim vazifemdir.

Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Kur’ân’a, Sünnet’e; Allah’ın rızasına, sevgili Peygamberimizin (salat ve selam olsun O’na) bize bıraktığı mirasa uygun Müslümanlıktır.

Ehl-i Sünnet Asr-ı Saadet’le bizim aramızdaki devamlılıktır. Onda kopukluk olmasını istemeyiz.

Ehl-i Sünnet ana caddedir. Kardeşlerimizin bu ana caddeyi bırakıp patikalara, çıkmaz sokaklara, dar ve ulaştırmaz yollara sapmalarını istemeyiz.

Ehl-i Sünnet İmamı Azam Ebu Hanife’nin, İmamı Mâlik’in, İmamı Şafiî’nin, İmamı Ahmed ibn Hanbel’in bize anlattığı dindir.

Kurdukları fıkıh sistemleri devam etmemiş olan onlarca büyük müctehid efendilerimizin yoludur.

Ehl-i Sünnet Ashab-ı Kiram efendilerimizin yoludur.

Ehl-i Sünnet Selef-i Sâlihîn efendilerimizin yoludur.

Ehl-i Sünnet Tâbiîn efendilerimizin yoludur.

Ehl-i Sünnet ‘âmil ve rabbanî, gerçek ve icazetli ulemanın yoludur.

Ehl-i Sünnet büyük müfessirlerin yoludur.

Ehl-i Sünnet büyük muhaddislerin yoludur.

Ehl-i Sünnet orta İslâm yoludur.

Ehl-i Sünnet akl-ı selimin ışığında vahye ve sünnete dayalı İslâm’dır.

Ehl-i Sünnet on dört asırlık icma-i ümmet yoludur.

Ehl-i Sünnet evliyaullah’ın yoludur.

Ehl-i Sünnet İmamı Buharî’lerin ve diğer büyük hadîs imamlarının, Gazalîlerin, Abdülkadir Geylanî’lerin, İmamı Süyutî’lerin, İmamı Şaranî’lerin, Muhyiddin ibn Arabî’lerin, İmamı Birgivî’lerin, Şah Muhammed Bahaüddin Nakşibendî’lerin, Ahmed er-Rufaî’lerin, Mevlana Celalüddin’lerin, Ahmed Yesevî’lerin, İmamı Rabbanî’lerin ve diğer bütün büyüklerin yoludur.

Ehl-i Sünnet gavsların, kutubların, ebdalların, nücebanın, nükebanın ve diğer ruhaniyet büyüklerinin yoludur.

Ehl-i Sünnet Selahaddin’lerin, İmamı Şamil’lerin, Emîr Abdülkadir Cezairî’lerin yoludur.

Ehl-i Sünnet Ahmed Zeynî Dahlan’ların, Yusuf İsmail Nebhanî’lerin, Şeyhülislâm Mustafa Sabri’lerin, Zahid el-Kevserî’lerin yoludur.

Ehl-i Sünnet Bediüzzaman Said-i Nursî’nin, Erbilli Esad Efendi’nin, Abdülhakim Arvasî’nin, Süleyman Hilmi Tunahan’ın ve benzeri meşayihin yoludur.

Elbette bir Müslüman olarak bu mübarek ve feyizli ve nurlu yolu tutacağım, bu yolu savunacağım ve destekleyeceğim.

Bu yola karşı olanlarla, bu yolu kapatmak isteyenlerle, bu yola düşmanlık edenlerle en güzel, meşru ve uygun şekilde münazara etmek benim vazifemdir.

Yüce Kur’ân’ımızın cahiller, icazetli müfessir olmayanlar, kötü niyetliler tarafından re’ye, heva ve hevese dayalı olarak yanlış şekilde yorumlanmasına elbette karşı çıkacağım ve halkı uyaracağım.

Ehl-i Sünnet’i savunmak sadece ulemanın işi ve vazifesi değildir, bütün Müslümanların vazifesidir.

Ulema ilim ile ulema sınıfına dahil olmayanlar da akıllarının ve kültürlerinin yettiği derecede gerçekleri açıklayarak bu hizmet ve vazifeyi ifa ve eda ederler.

Ehl-i Sünnet yıkılmasın, darbelenmesin, halkın ve gençliğin bir kısmı aldatılmasın. Gayemiz budur.

Published in: on Temmuz 9, 2009 at 1:03 pm  Yorum Yapın  

Taksim Camii Niçin Yapılamadı?

Mehmet Şevket Eygi
Taksim Camii Niçin Yapılamadı?
Pazartesi, 29 Aralık 2008 05:14

MÜSLÜMANLAR iktidar oldular ama muktedir olamadılar. Muktedir olsaydılar Taksim’e çok güzel ve oldukça büyük bir cami ve İslâm kültür merkezi yaptırabilirdi. Birileri “Orası cumhuriyetçi laik bir meydandır, kesinlikle cami yapılamaz…” diye ter ter tepinip bağırıyor. Herhalde akıllarından zoru var. Taksim’de kubbeli kocaman bir kilise var da, niçin cami olamayacakmış? Kilise laikliğe aykırı değil de cami mi aykırı olacak?

Taksim camii bir semboldü. Müslümanlar bu sembolü yükseltemediler.

Taksim camii ve kültür merkezi niçin yapılamadı?

Dinsizlerin muhalefetinden dolayı mı? Hayır, yapılamaması sadece bu sebepten değil. Rivayet olarak işittiğim bazı hususları sizlere anlatsam kulaklarınıza inanamazsınız. Anlatamam, anlatmam doğru olmaz, fitne çıkar…

Karaköy’de, Adnan Menderes rejiminin yıktırttığı ve yeri boş duran Karamustafa Paşa Camii de pek âlâ aynen yeniden yaptırılabilirdi. Bu şirin ve sanatlı caminin projesini Sultan İkinci Abdülhamid Hân hazretlerinin ser-mimarı Raimondo D’Aranco, arnuvo üslubunda çizmiştir. Planları durmaktadır. Birkaç milyona bu iş halledilebilir. 1990’ların ikinci yarısında bu caminin tekrar yapılıp hizmete açılması için bir yazı yazmıştım; gayet iyi hatırlıyorum, Milliyet “Eygi Karaköy’de de cami yapılmasını istiyor” başlıklı provokatif bir haber yayınlamıştı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir devlet kadar bütçesi var. Niçin bu konuda himmet edilmez, anlamak zor.

Cağaloğlu’nda, Valilik yakınında Hadım Hasan Paşa medresesi, çocukluğumdan, 1940’lı yıllardan beri harabe halinde duruyor. Bu viran ecdat eseri bizim için bir yüz karasıdır. Şimdiye kadar kaç kez yazdım, restorasyonuna hâlâ başlanmadı. Orada bir Roma, Bizans kalıntısı olsaydı çoktan müceddeden ihya edilirdi.

Yahut filan tarihte falan zat burada ayakkabılarını bağlamış olsaydı yine ihya edilirdi.

Lütfen ezberleyiniz. Cağaloğlu’nda Hadım Hasan Paşa medresesi acınacak, utanılacak bir şekilde harap vaziyette bekletiliyor…

Bu restorasyon işinden birileri rant yiyebilecek olsaydı, çoktan imar ve tamir edilmiş olurdu…

Hadım Hasan Paşa medresesi kıyıda köşede, arada, dar bir sokakta kalmış bir İslâm-Osmanlı eseri değildir. Ana caddededir. Vilayet yakınındadır.

Yine Adnan Menderes’in iktidarında (1950-60) yıktırılmış olan Fatma SultanCamii, Gümüşhanevî dergahı da ihya edilebilirdi ama edilmedi.

Bu camiyi İslâm düşmanları kasıtlı olarak yıktırdılar. Haziresindeki mezarlıklar da yok edildi. O cami ve dergah bir kâbetü’l-uşşak idi.

Yakın tarihimizde Müslümanların ellerine yüz milyarlarca dolar geçti; birkaç milyon dolar harcayıp bu sembol eserleri yapamadılar, yeniden ihya edemediler.

“Valilik yakınında Beşir Ağa Camii veVilayet Camii var, yeni bir camiye ihtiyaç yoktur…” Böyle bir bahane geçerli olamaz. Benim çocukluğumda bir milyonluk İstanbul’da 120 bin Rum vatandaş yaşıyordu. Onları kaçırdılar, iki bin Rum kaldı. Onların o kadar çok kilisesi, ayazması var ki, bekçi bulmakta zorluk çekiyorlar ama kendi eserlerini yine de yaşatıyor, ayakta tutuyorlar.

Tekrar ediyorum: Taksim camii bir semboldür…Fatma Sultan Camii, Gümüşhanevî dergahı bir semboldür…Karaköy’deki Karamustafa Paşa Camii bir semboldür… Bunlar yapılacak, restore edilecek, ayakta tutulacaktır.

Hangi Müslümanda para, imkan, fırsat varsa bu işleri bu hizmetleri yapmakla yükümlüdür.

Böyle işler ve hizmetler plansız programsız yapılamaz. Önce sur içinden başlanacak; ilk önce tamir, restore edilmesi, canlandırılması gereken kaç eser varsa listesi çıkartılacaktır. Sonra bunlar için para bulunacaktır. O para bol bol vardır. Eksik olan kültür ve vicdandır.

Vakıflar idaresinin bu hizmetleri yapması gerekir.

Onun yapamadığı hizmetleri İstanbul Büyükşehir Belediyesi deruhte etmelidir.

Bazı binaları hayrına büyük holdingler, zengin Müslümanlar restore ettirmelidir.

En Büyük Fitne: Mezhepsizlik…

MEZHEPSİZLERİN bazısı şöyle söylüyor: “Dört hak mezhep bölücülüktür. Mezhepler kalksın, Müslümanlar bir olsun…”

Gerçek tam tersinedir. Siz dört mezhebe yâni Hanefiliğe, Malikiliğe, Şafiiliğe, Hanbeliliğe mensup olup da tartışan, çekişen, kavga eden Müslümanlar gördünüz mü?Göremezsiniz. Çünkü fıkıh mezhepleri birleştiricidir. Usûl bakımından aralarında hiçbir esaslı farklılık yoktur.

Asıl fitne, fesat, çekişme, tepişme, zararlı ve yıkıcı ihtilâflar hep mezhepsizliktedir.

Her mezhepsizin kendi kafasına ve re’yine göre bir mezhebi vardır. Mezhepsizlik en büyük ihtilâf kaynağıdır.

Sünnilikle Şiiliğe gelince: Bu iki camianın kesinlikle tartışmaması, kavga etmemesi gerekir. Sadece iki tarafın alimleri müstesna. Onlar ilmî eserler yazarak tezlerinin doğru olduğunu savunabilirler. Halktan bir Sünnî ile bir Şiînin tartışması büyük fitneye sebebiyet verir.

Zaten aslında Şiîlerle tartışmanın imkânı yoktur. Çünkü onlarda taqiyye prensibi vardır. Kitaplarında “Taqiyye ve kitman bizim dinimizdir” diye yazılıdır. Bu durumda nasıl tartışacaksınız?

İslâm Ümmeti için büyük felâketlerden biri de Müslüman halkın dinî konularda birbirleriyle çatışmaları ve çekişmeleridir.

Bu verimsiz, zararlı, yıkıcı, güçten düşürücü, anarşi ve kaos getirici çatışmalar ve çekişmeler aramıza, Abdullah ibni Sebe’nin torunları ve takipçileri tarafından sokulmuştur.

İslâmî kesimde şu anda köpek sürüsü kadar casus, ajan, provokatör, yönlendirici, iki dinli bulunmaktadır. Her cemaatin, her tarikatın, her grubun içine sızmışlardır. İşleri güçleri Müslümanları birbirine düşürmek, kavga ve fitne çıkartmaktır.

Şiî kardeşlerimizin bu oyunlara gelmemeleri lazımdır. Şiîlikle Sünnîlik arasında dinî bakımdan uzlaşma olmaz. Herkesin mezhebi kendine olsun, kesinlikle tartışma ve çekişme yapılmasın.

Bendeniz kardeş ve komşu İran’ı gezdim. Çok memnun kaldım, bahtiyar oldum. Kadınlar tesettürlü, suç az, güvenlik ve asayiş var… Hayat ucuz… İran’da, kalacak bir yeriniz varsa ayda 300 dolara paşa gibi yaşanır. Bizde öyle mi?

İran medyasında ahlâksızlık, müstehcenlik, fitne ve fesat yok.

Benzinin litresi 30 kuruş.

Tabiî ki, turistlere mahsus lüks lokantalarda yemek yenilirse 300 dolara geçinilmez ama orta halli halk gibi yaşarsanız, gerçekten paşalar gibi yaşarsınız.

Osmanlı devleti ile Safevi İran yüzyıllar boyunca verimsiz savaşlarla birbirlerini yiyip bitirdiler. Artık Şiîlerle Sünnîler barış içinde, dostluk içinde, anlayış içinde yaşamalıdır. Bunun için de tartışmayı ve çekişmeyi bırakmalıdırlar.

Türkiye’yi, başta Alevîler olmak üzere Şiî mezhebine sokmak ham bir hayaldir. Böyle bir şeyin imkânı yoktur.

İran’da Sünnîlere baskı yapılıyor mu? Maalesef yapılıyor. Bu üzücü durumu bizzat İranlı Şiîlerin halletmeleri gerekir.

Türkiye’deki bütün Ehl-i Sünnet Müslümanları, fıkha ve mezhebe sımsıkı bağlanmaları hususunda tekrar teşvik ediyorum, uyarıyorum. Mezhepsizlikten hayır gelmez.

Sünnî olsun, Şiî olsun bütün iman kardeşlerime selâm ve hürmetlerimi sunarım. Allah bizi fitnelerden, fesatlardan, kardeşliği bozan çekişmelerden muhafaza buyursun.

(Not: Şehvetlerini tatmin için, kimseye haber vermeden, kendi aralarında mut’a nikahıyla evlenen birkaç mezhepsiz Sünnî kökenli genç, sakın Şiî kardeşlerimizi ümitlendirmesin. Öylelerinden ne Sünnîliğe, ne Şiîliğe bir fayda gelir…)

MİLLİ GAZETE

 

Published in: on Ocak 1, 2009 at 10:26 pm  Yorum Yapın  

İnsanlık yenilmesin!

Nuray Mert İnsanlık yenilmesin! 

Nuray Mert

13/03/2008 (4866 kişi okudu)

‘Irak işgalinin üzerinden beş yıl geçti. Dile kolay, tam beş yıl.’
Barış ve Adalet Koalisyonu’nun (BAK) salı günü yaptığı basın açıklaması metni böyle başlıyordu. ‘Dile kolay’, Türkçe’nin en anlamlı, en içli, en ‘uyarıcı’ deyimlerinden biri. İşgal, savaş, çatışma deyip geçtiğimiz, deyip geçtikçe kanıksadığımız, kanıksamayıp itiraz dahi etsek, gerisinde yaşananları, yaşananların vahametini yine de bir şekilde ve kaçınılmaz olarak hafifsediğimiz şeyleri, hatırlamakta, hatırlatmakta fayda var.
Dahası ve işin acısı, Irak işgalini hatırlamak, hatırlatmak dile bile kolay değil. Beş yıl boyunca, BAK olarak, olanları sözle olsun hatırlamak, kınamak, itiraz etmek için gösterdiğimiz bunca çabaya rağmen, ‘kolay’ olan bile bunca zora girdi. Basın açıklamaları, savaş karşıtı toplantı ve gösteriler, basında, medyada yer bulmakta zorlandı. Bunun nedeni, sıradan bir sansür mekanizması da değil, vicdanların körleşmesi, körlüğün sansürü. Yanı başımızda olanlar, ölenler, herhangi bir magazin olayı kadar ilgimizi çekmiyor. Hiç kuşkunuz olmasın, bu kayıtsızlığın vebali hepimizin üzerinde olacak. Komşusu açken tok yatmanın yadırgandığı bir kültürle boşuna övünmek nafile, komşumuz ölürken, tok yatan, tok yatmanın peşine düşen, dünya yansa bir kalbur samanı yanmasın derdinde, tüketim kredisi hesabı yapan bir toplum olmanın utancını çocuklarımız hissedecek Dahası, sadece biz değil, tüm insanlık içine girdiği bu çılgınlıktan yenik çıkacak. Bundan kuşkunuz olmasın.
“Değerli basın mensupları, ölen insan sayısını bir kez daha, üstüne basa basa söylemek istiyorum:
1 MİLYONDAN FAZLA İNSAN! Adana şehrimizin nüfusunun yok olduğunu, öldürüldüğünü düşünün!
Çoğu çocuk, 1 milyondan fazla insan.
Çoğu kadın, çoğu yaşlı ve hepsi yoksul 1 milyon insan!
Artık tüm dünya biliyor ki ABD, Irak’ta ne teröre karşı mücadele ediyor ne de demokrasi ve özgürlükler için.
ABD, Irak’ta petrol için savaşıyor, şirket kârları için savaşıyor, enerji kaynaklarını denetlemek için savaşıyor, dünya hegemonyası için savaşıyor. Bu yüzden, 1 milyondan daha fazla insanı öldürürken, Irak petrollerini BP ve Shell gibi petrol devlerine 30 yıllığına kiralama yasasını çıkarıyor.
ABD beş yıldır Irak’ta insanlığın bildiği tüm insanlık ve savaş suçlarını işledi ve işlemeye devam ediyor
ABD, Irak’ı işgal ettiğinden beri, neo-con’ların iddia ettiği gibi dünya daha güvenli bir yer haline gelmedi. Küresel savaş karşıtı hareketin yıllardır söylediği gibi, işgal politikaları dünyayı çok daha güvensiz bir yer yaptı.
ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri, İsrail’in Lübnan’ı ve Filistin’i bombalaması, Türkiye’nin Kuzey Irak’a harekât ya da operasyonlar yapması.. bu politikalar güvensizliği gidermez. Tam tersine küresel güvensizliğin nedenidir.
Irak işgalinin beş yıllık maliyetinin milyarlarca dolar olduğunu biliyoruz. Bu kaynaklar dünyadaki açlığın, sağlık hizmetlerindeki, eğitim alanındaki eksikliklerin giderilmesine harcansaydı, eşitlik ve adalet için kullanılsaydı dünya çok daha güvenli bir yer olurdu.
Bizler, tüm dünyadaki, savaş karşıtları beş yıldır mücadele ediyoruz.
Beş yıldır ‘Savaşa hayır!’ diyoruz.
Çünkü, işgale maruz kalan halkların bu dayanışmaya ihtiyacı var.
Çünkü, halklar arasında kardeşliğin korunması için bu sesin, ‘Barışın ve dayanışmanın sesi’nin çok daha güçlü bir biçimde haykırılmasına ihtiyaç var.”
Barış ve Adalet Koalisyonu’nun basın açıklaması böyle devam ediyor ve hepimizi 15 Mart Cumartesi günü, Kadıköy meydanında yapılacak toplantıya davet ediyor. Kayıtsızlığa, kanıksamaya, kafa karışıklığına, hele hafta sonu rehavetine yenik düşmeyelim. Yenik düşmeyenler ne kadar kalabalık olursa, umut o kadar çok olur.
Sesimizi çıkaralım, yaşanması bunca zor, vahim olanlar, dile bu kadar kolay olmasın. İşgalde bunca şehit veren insanlık, sonuçta toptan yenik düşmesin.

Published in: on Nisan 13, 2008 at 5:05 pm  Yorum Yapın  

BİR FATİH MASALI

FATİH MASALI
28/05/2007
BİR

Eskiler küllî olanı itinayla terkip eden bir eseri takdim ve takdir bâbında, “efrâdını câmi” ağyârını mâni’” derlermiş. Sultan Fatih deyince bir “kitap gibi adam” tasavvuru canlanır zihnimde. Zürriyeti mıstarına tarihin alınyazısı dizilmiş altın tezhipli mutenâ bir kitap.. Tarih, bu, Kitab’a uygun Kitap gibi hayatın, hayatı kitabına uyduranların dünyasını tam orta yerinden nişanlayıp darmadağın edişindeki muhteşem heybete ve cazibeye adsız ve adedsiz şehîdanıyla şehadet getirmiştir.

Tarih, kökü mazide bir hâlin tercümanıdır. Sırf bunun için tarihî bir hadisenin her yönü tafsîlen izaha muhtaçtır. Ve bunun içindir ki bu yazı bir fetih masalı anlatmayacak; fetih sadece bir yönü ve neticesi olan nümune-i imtisâl bir hayatlar zincirinden bahsetmeye çalışacaktır.

Tarih sayfasındaki her vak’a bir ilahi yazgıdır. İlahi bir senaryonun varlığını yok sayarak tarihi okumamız mümkün olmaz. İlahi kader, insanlık tarihini yazarken Ortadoğu üzerindeki esrarlı bir adayı, Anadolu’yu, savaşcı, güçlü bir İslâm kavmi ile takviye ederek ona hususi bir öykü takdir etmiştir. Sayıları az da olsa bazı Türk kabilelerinin Kuzey İran’da İslâmiyeti kabûl ettiklerini biliyoruz. M. Özeren Efendi’nin Fatih Türbedarı Ahmed Âmiş Efendi’den naklen sunduğu deruni hakikatler arasında şöyle deniyor: “Veraset-i Muhammedi Araplardan Acemlere, Acemlerden de Türklere geçmiştir”
Tarihin en büyük ihaneti ve yüz karası olan Kerbelâ dramında bu ilk Müslüman Türklerin yardım izlerini görüyoruz. Abidlerin süsü Zeynelabidin Efendimizin maddi yaralarını saran bu kavim, Ehl-i Beyt’e has bir mânâ sırrıyla geleceklerindeki bütün manevi dertleri için bir merhemle şerefleniyordu. Yine mezkur kaynakta, “Benî Kureyş’ten, evlâd-ı Rasûl’den biri zulüm ve i’tisafa maruz kalınca Kayı Aşireti’ne iltica etti. Mürûr-ı eyyâm ve zaman ile onlara baş oldu. Fakat kendileri de bilmez.” şeklinde bir kayda rastlıyoruz. Sonrasında Horasan ve çevresine nüfuz edecek bu sır ile beslenen binlerce veli, yıldız sistemlerindeki muhteşem ahengi andıran silsilevi bir dizilişle bütün İslâm dünyasına yayıldı. “Türk Devleti, ilâ yevmi’l- kıyâme baki kalır, payidar olur fakat şekl-i idaresi şekilden şekle tahavvül eder” cümlesi de Halvetiyyü’ş-Şabaniyye’nin mürşid-i ekmeli Âmiş Efendi’nin fütûhatından..

Resmi tarih, “Türkler İslâmiyeti Emeviler devrinde kabûl etti” dese de akl-ı selîm, Emevilerin kaba, hırçın saldırılarının Batı Türkistan halkına katiyen tesir etmeyeceğini açıkça sezebiliyor. İslâm’ın ilk iki asrında karşılaştığı Emevi ve Şia Büveyhi tehlikesi karşısında Ebu Müslim Horasani ve Muhammed Tuğrul Bey’in müstesna mevkii anlaşılmadan Anadolu toprağına sinen İslâm mucizesi de kavranamaz. Horasan’dan fırlatılan veli füzelerinden biri olan ve sevgili mürdine “Diyâr-ı Rûm’un kapılarını kapanmamak üzere İslâma açacaksın” diyen Ebu Cafer Muhammedsiz bir Sultan Alparslan destanı doğru okunamaz. Haçlı nefretiyle kaplı Hristiyan yüreklerindeki buzları çözen Selçuklunun derin sabrının insan suretine girmiş şekli olan Mevlana Celaleddin hesaba katılmadan, Osmanlı mucizesine geçiş yapılamaz. Genç Osmanlı Devletinin Trakya’ya geçişindeki ve Haçlı saldırılarını Makedonya’da karşılayışındaki dahiyane devlet anlayışı ve peygamberî işareti okuyuşundaki isabet vuzuha kavuşturulmadan bir fetih efsanesinden de bahsedilemez. Kosova’ya silinmemek üzere şehid kanlarıyla Türk imzasını atan Sultan I. Murad-ı Hudavendigar, manevi yapısı Emir Buhari Hazretleriyle takviye edilen Yıldırım Bazeyid, Taptuk Emre’nin sevgili müridi Yunus Emre ile irşad ettirdiği Çelebi Mehmed ve tarih sahnesine altın satırlar yazan altıncı sultan II. Murad Han’ın manevi fütuhatındaki esrar çözülmeden bir Fâtih masalı da anlatılamaz.

Yedinci Sultan es-Sultan ibnü’s-Sultan el-Gazi Ebu’l-Feth Mehemmed Han-ı Sâni… “Fatih ile Yavuz Selim Han, İmâmeyn silkindendir” diyor Amiş Efendi… Uzun uzun düşünülesi bir beyan-ı ayan-beyan…

Bir ilahi senaryonun varlığını yok sayarak tarihi okuyamayız demiştik. İlahi senaryorda şöyle yazıyordu: ”Kostantiniyye fethedilecektir…” Bu perdedeki baş oyuncular, Ehl-i Beyt’ten Horasan’a yansıyan veli füzelerinden biri.. Hamidüddin-i Aksarayî .. Manâ anahtarını verdiği, otağını, geleceğin Türkiye Cumhuriyeti’nin tam orta yerine kuran Ankaralı müridi Hacı Bayram-ı Veli… Kosava Fatihi veli sultan Murad Han Gazi… bir “köse”, bir de “bebe”…
Himmet etseniz de fetih işini bitirsek..!
Sultanım, o iş bu beşikteki “bebe” ile bizim “köse”ye nasiptir.

“Köse” yani Akşemseddin Hazretleri Hacı Bayram dergâhına yüz sürmemiş ve henüz adı güzel Şehzade Mehemmed, ana kucağından inmemiştir. Resmi tarihimiz, Kosava Fatihinin daha 40 sene idare edecek bir enerji ile yüklü iken 40 yaşında tahtını 12 yaşındaki Mehmed’e bırakmasını da izahta zorlanmaktadır. Bu aynı zamanda, ilahi kaderin Türklüğü Anadolu’ya yerleştirmesinin özündeki sırrın da kapalı kalması demektir. Tarihin nabız atışlarına göre şimdi bir Fâtih masalı yazılması zamanıdır. Şimdi, fetih müjdesi kulağına daha ezân-ı Mumammedi ile beraber okunan insan üstü gayret şahikası fethin babası Sultan Mehemmed Han zamanıdır..

Ezelde yazılmış bu mânâ telgrafını çözümleyen isimlere bir daha göz atalım: Es-Seyyid Emir Buhari.. büyük mânâ mimarı.. ve İki sevgili müridi: Sebe Suresinin 15. ayetinde geçen “Beldetün-tayyibetün” şifresini 857/1453 olarak rakama döken Molla Günanî ve Somuncu Baba. Ve kutsal emaneti teslim alan Hacı Bayram-ı Veli. Bir başka Emir sultan dervişi Havlucu Baba.. Ereğli’de sert kayaları çıkartıp deniz kıyısına yığmakla görevli.. Resmi tarihimizin hayret dolu bakışları arasında 120 gün gibi akıl almaz bir sürede tamamlanan Rumeli surlarında kullanılacak tarihe şahit sarp kayaları..

Emir Sultan Hazretlerinin, Sultan Murad’ın ve Sultan Mehmed’in nefesleri üzerindeki manevi himayesini anlamadan bir Fâtih masalı yazılamaz.
Bir Molla Fenari, bir Molla Gürani, bir Molla Akşemseddin, bir Ulubatlı, bir Hıdır Paşa, bir Ubeydullah-ı Ahrari Hazretlerinin hatta bir Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın mânâ kanalından takviyeleri üzerinde tefekkür etmeden bir Fâtih masalı yazılamaz.
“Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbangi asumânı tutan pîr aşkına
Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-i Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına”
mısralarındaki uhrevi tebşirat fehm edilmeden bir Fâtih masalı yazılamaz.
Hele hele yaptırdığı hisara “Muhammed” lafz-ı cemîlinin ebced değeri olan 92 adet burç ve direk yerleştiren, mescid-i nebevisine taş taşıyan Efendisi hürmetine, hisarın inşasında bizzat çalışan ve 12 Ağustos 1452 Cuma gününe rastlayan Regaip kandilinde eserini tamam eden 20 yaşında bir deli yüreğin gönlündeki Muhammedî sevda üzerinde tedebbür etmeden bir Fâtih masalı asla yazılamaz.
Ve nihayet bir fâtih masalı anlatacak isek sırrını,

“İmtisâl-i “câhidu fillâh” olupdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm
Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benüm
Lutf-ı Hudâdur hemân ümmîd-i feth u nusretüm”

diyen bir kalbin enbiya ve evliyaya karşı yüce bağlılık ve ihtiramıyla onların feyiz ve himmet sütüyle nasıl mâyedar edildiğini mutlaka tefakkuh etmeliyiz.

Her fâtihin bir fethi vardır ve din-i mübîn adına yapılan her fetih mübarektir amma her fethin, ilahi virtiözün kader levhine nakşettiği bir Sultan Mehemmed bestesi yoktur.

Bugün manevi bir tarihin varlığını kabûl edemiyoruz. Çünkü cesur ve asil istisnaları dışında Türkiye’de, hayatını, kendinin ve milletinin ismini tekzibe adamış Reşid Paşa’dan bu yana hâlâ pozitivist ilim anlayışı hâkim. Tarih “esâtîrü’l-evvelîn” değildir. Düşünüp ibret almak için vardır. Ve bir Fâtih Masalı kalemin yazıp kuruduğu tarih levhasında mahzâ hakikattir.
Amma hakikatin hurafe, hurafenin hakikat muamelesi gördüğü bir dünyada, bir yazıcının kalemiyle 11 rebiül-evvel Cuma günü bir Mevlid Kandili arefesinde tekrar hafızalarımıza sunulan, evvel zaman içinde Bir Fâtih Masalına kim inanır ki?…

Dr.Salih Eren Yenidünya dergisi

Published in: on Mayıs 28, 2007 at 7:31 pm  Yorum Yapın  

Ahmet Keleş (Kadınlarla Tokalaşmak Harammıdır!)1

Kadınlarla Tokalaşmak Haram mı?

Sayfa: 1/2

Kadınlar İle Tokalaşmanın Haramlığını Bildiren Hadislere Semantik Bir Analiz

1.

Giriş:
Modern zamanlara mahsus bir problem olan mahrem/yabancı kadınlar ile tokalaşma, toplumumuzda zaman zaman tartışılan bir konudur. Bu çalışmamızda; yaşadığımız çağın sosyal şartlarının, kadın erkek ilişkilerini farklı boyutlara taşımasıyla daha belirgin hale gelen tokalaşma probleminin dini kaynağı/delili olarak gösterilen rivayetlere semantik bir tahlil yapmaya ve metin tenkidinde bulunmaya çalışacağız. Çalışmamızın amacı, kadınlar ile tokalaşmanın “haram” olup, olmadığını tespit değildir. Amacımız, söz konusu rivayetlerden hareketle verilen “mahrem/yabancı kadınlar ile tokalaşma haramdır” hükmünün ne derece isabetli olduğunu, bu hükme delil sayılan rivayetlerin (böyle bir hükmün çıkarılması için) yeterli olup olmadığını ve doğru anlaşılıp anlaşılmadığını semantik açıdan analiz yapmaktır. [1]

Tokalaşmanın Haramlığına Delil Sayılan Rivayetler Bu konuda varit olan rivayetlerin çoğu Âişe’den nakledilmiştir. Rivayetler ise kadınların Rasûlullah’a biatleri ile ilgilidir. Kadın sahâbîlerin Hz peygamber’e biat etmeleri; Medîne’ye hicretten, Hudeybiye antlaşması sırasında ve Mekke’nin fethinden sonra olmak üzere birkaç defa olmuştur. Rasûlullah’ın kadınlardan biat almasının nedeni, Mümtehine Sûresi’nde nazil olan ayetlerdir. Hudeybiye’de yapılan antlaşmaya göre, İslam’ı kabul ederek Mekke’den Medine’ye gelen kadınların geri gönderilmesi gerekiyordu. Ancak müslüman bir hanımın, kafir kocasının nikahı altında kalamayacağı için Mümtehine Sûresi bu konuya açıklık getirmiş ve bu durumdaki muhacir kadınlar, imtihan edilerek, yani gerçekten inanmış olup olmadıkları araştırılarak, kendilerinden biat alınmıştır. Çalışmamıza konu olan rivayetlerin çoğu, bu sosyal gelişmeler ile alakalıdır.

Mümtehine Sûresindeki ayetler şöyledir:
“ Ey iman edenler! Mü’min hanımlar size katılmak üzere hicret etmiş olarak geldiklerinde onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarını pek iyi bilir. Ama siz de onların mü’min olduklarını anlarsanız, artık onları kafirlere geri göndermeyin. Bundan böyle bu hanımlar kafir kocalarına, kafir kocaları da bu hanımlara helal değildir. Bununla beraber kocalarına vermiş oldukları mehirleri siz iade ediniz. Kendilerine mehirlerini vererek bu kadınlar ile evlenmenizde bir sakınca yoktur. Kafir kadınları nikahınızda tutmayın. Onlara harcadığınız mehri, evlenecekleri kocalarından isteyiniz. Kafirler de, İslam’a girip sizinle evlenen eşlerine sarf etmiş oldukları mehri sizden geri istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda o hükmeder. Zira Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[2]

“ Ey peygamber! Mü’min hanımlar Allah’a hiçbir surette ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, iftirada bulunmamak, gayr-ı meşru bulduğu bir çocuğu kocasına isnat etmemek, senin kendilerine emredeceğin ma’rufta sana isyan etmemek hususlarında sana biat etmeye geldiklerinde, sen de onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile. Çünkü Allah Gafur’dur, Rahîm’dir, affı ve ihsanı boldur.”[3]

Aşağıda zikredeceğimiz hadisler, kadınların Rasûlullah ile biatleşmesi durumunu anlatan rivayetlerdir:

Âişe naklediyor: “Bu ayet ile ilgili olarak Rasûlullah kadınlar ile, Allah’a hiçbir şeyi eş koşmamaları konusunda biat alıyordu. Rasûlullah biatı söz ile aldı. Onun eli, sahip olduğu kadınlardan başkasının eline değmemiştir.” [4]

Buhârî, yukarıda vermiş olduğumuz Âişe’nin rivayetini müteakip Ümmü Atiyye’den de şu hadisi nakletmiştir:
“ Rasûlullah ile biatleştik. Bana; “ Allah’a hiçbir şeyi eş koşmasınlar ayetini okudu. Bunun üzerine kadınlardan biri ( kendisini kastediyor[5] ) hemen elini çekti ve şöyle dedi: Falanca kadın bana cahiliyye matemi tutmuştu onun bende hakkı var, ondan izin almak isterim. Rasûlullah bir şey demedi. Kadın gidip geldi ve biat etti.”[6]

Buhârî aynı hadisi Kitâbu’ş-Şurût’ta şu lafızlar ile tahriç (rivayet) etmiştir:
Âişe naklediyor: “ Vallahi Rasûlullah’ın eli biatlaşma esnasında hiçbir kadının eline değmedi. O, ancak söz ile biat almıştır.”[7]
Yine Buhârî az bir lafız değişikliği ile Kitabu’t-Talâk’ta da tahriç etmiştir:

“Hayır, Allah’a yemin olsun ki, onun eli hiçbir kadının eline değmemiştir. Ancak o, kadınlardan söz ile biat almıştır.”[8]
Ebû Dâvûd aynı hadisi Cihad kitabında zikretmiştir. Ancak, hadisin geçtiği babın adı yine “kadınlar ile biat”tir. Hadisin ravisi ise yine Âişe’dir.

“ Rasûlullah’ın eli asla bir kadının eline değmemiştir. Ancak, bir kadın ( tokalaşmak istediğinde ) ona mani’ olmuş, kadın da bunu kabul etmiştir. Bunun üzerine Rasûlullah “git senin biatını kabul ettim”, demiştir.[9]

Tirmizî aynı hadisi, Âişe’yi zikretmeksizin mürsel[10] olarak Ma’mer, Tâvus ve babası tarikiyle (kanalıyla/yoluyla) nakletmiştir. [11]

İbn Mâce’nin rivayetinde lafız az da olsa değişmiştir. Ancak, rivayetin ilişkili olduğu konu yine aynı, yani kadınların biat etmeleri konusudur.

Muhammed b. el-Münkedir, Ümeyme bt. Rukayka’nın şöyle dediğini nakletmektedir:
“Kadınlar topluluğu içinde Rasûlullah’a biat etmeye geldim. Bize; “ Gücünüzün yettiğince, ben kadınlar ile tokalaşmam”, diyordu. [12]

Bu rivayetin farklı beş versiyonunu İbn Hanbel nakletmiştir. İbn Hanbel’in naklettiği Ümeyme bt. Rukayka rivayetinin daha kapsamlı olan versiyonunu burada zikretmek istiyoruz. Bu rivayetlerin tamamı M. İbn Münkedir tarikiyle gelmektedir. Yani rivayetler mürseldir.

Ümeyme bt. Rukayka durumu şu şekilde nakletmektedir: “İslam üzere biatleşmek için kadınlar topluluğu içinde Rasûlullah’a gittim. Biz kadınlar; Ey Allah’ın Rasûlü! Sana, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, bilerek iftira ve suçlamada bulunmamak, ma’ruf olnda sana isyan etmemek üzere biat ediyoruz, dedik. O da bize; “ Gücünüzün yettiği kadar”, diyordu. Biz, Allah ve Rasûlü bize, bizden daha merhametlidir, hadi sana biat edelim yâ Rasûlallah, dedik. Rasûlullah da, “ Ben kadınlar ile musafaha etmem. Ancak benim yüz kadın için söylediğim bir söz, tek bir kadın için söylenmiş gibidir” buyurdu.[13]

Hadisin bir diğer varyantında, “ Hadi sana biat edelim” ifadesi yerine, “ Hadi tokalaşalım” denildiğini, Süfyan b. Uyeyne ifade etmektedir. İbn Hanbel’deki diğer bir rivayette ise kadınlar Rasûlullah’a şöyle demişlerdir: “ Ey Allah’ın Rasûlü! Bizimle musafaha etmeyecek/tokalaşmayacak mısınız?”[14]

Taberî aynı konuyla ilgili olarak Rukayka’nın Rasûlullah’a; “Uzat elini seninle tokalaşalım yâ Rasûlallah!” dediğini, nakletmiştir. [15]

İbn Hanbel, Esmâ bt. Yezîd’den, Hz. Peygamber’in; “ Ben kadınlar ile tokalaşmam” dediğini nakletmiştir.[16]
Hâkim en-Nîsâbûrî Mümtehine Süresi’nin tefsirinde, Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in Rasûlullah ile biatleşmesini şu şekilde nakletmektedir:

Hind biatleşme esnasında Rasûlullah’ın koşmuş olduğu şartlardan hırsızlık şartına gelince, “ Ben bu konuda söz veremem. Çünkü kocamın malını çalıyorum” diyerek elini çekti. Rasûlullah da çekti. Bunun üzerine Ebû Süfyan’a haber gönderildi. O da; yaş (taze) olursa helal olsun ama kuru olursa olmaz dedi. Böylece Hind Rasûlullah ile biatleşti.[17]

· Yrd. Doç. Dr. Dicle Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
[1] Hadislerin doğru anlaşılmasında,, “Semantik” analizin önemi için ayrıca bkz. Mehmet Görmez, Hz. Peygamber’in Bir Hadis-i Şerifinde Bir Din tanımı, Peygamberimiz Hz. Muhammed –Özel Sayı-, T.D. İ. B., Ankara, 2000, s. 331-338.
[2] Mümtehine, 60 / 10. Ayetin yukarıda zikrettiğimiz sebebi nüzûlü için bkz: Süyûtî, Celâleddin, Lübâbu’n-Nükûl Fî Esbâbi’n-Nüzûl, Beyrut, 1980, s. 211.
[3] Mümtehine, 60 / 12.
[4] Buhârî, Ebû Abdillah M. b. İsmâîl, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, 1979, Ahkâm, 49 ( VIII, 125 ). Ayrıca bkz: İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Beyrut, tsz., VI, 153.
[5] Parantez içinde vermiş olduğumuz açıklamayı, Kâmil Mîras’ın bir tercihi olarak onun tercümesinden aldık. Bkz: Kâmil Mîras, Tcerîdi Sarih Tercümesi ve Şerhi, Ankara, 1984, XI, 198-200. Ayrıca bkz: Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Buhârî Tercümesi ve Şerhi, İstanbul, 1989, XV, 7068-69.
[6] Buhârî, Ahkâm, 49 ( VIII, 125 ).
[7] Buhârî, Şurût, 1, ( III, 173 ) . Aynı lafız ile Buhârî Mümtehine Sûresi’nin tefsirinde bu hadisi tahriç etmiştir. Bkz: Tefsîru Mümtehine, 2, ( VI, 61 ).
[8] Buhârî, Talak, 20, ( VI, 173). Ayrıca bkz: İbn Hanbel, Müsned, VI, 270.
[9] Ebû Dâvûd, Süleyman b. El-Eşas es-Sicistânî, Sünen, Humus, 1971, Cihad, 9, ( III, 352 ). İbn Mâce aynı yerde Âişe’den gelen rivayetlere de yer vermiştir. Aynı hadis için bkz: İbn Hanbel, Müsned, VI, 114.
[10] Mürsel: Hadis ıstılahında (teriminde) mürsel; sahabeden sonra gelen nesil olan tabiînin, sahebeyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamberden hadis nakletmesine denir. Mürsel, bir zayıf hadis türüdür.
[11] Tirmizî, Ebû Îsâ M. b. Sevre, Sünen, Beyrut, tsz., Tefsîru Sûreti Mümtehine, 2, (V, 411, 3306 numaralı hadis)
[12] İbn Mâce, Ebû Abdillah M. b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen, tsz., yy., Cihad, 43, ( II, 959-60 ).
[13] İbn Hanbel, Müsned, VI, 357. Tirmizî, Sünen, Siyer, 37, ( IV, 21-2 ). Mâlik, el-Muvattâ, Beyrut, 1989, Bey’ât, 2, s. 651, 1842 numaralı hadis.
[14] İbn Hanbel, Müsned, VI, 357. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: M. Nâsıruddin Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, Beyrut, 1985, II, 52-58.
[15] Taberî, İbn Cerir, Câmiu’l-Beyân An Te’vil-i Âyi’l-Kuran, Beyrut, 1995, XIV, 101.
[16] İbn Hanbel, Müsned, VI, 459.
[17] Hâkim, Ebû Abdillah M. b. Abdillah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ala’s-Sahîhayn, Beyrut, 1990, II, 528.

2.BÖLÜM

Elbânî, İshâk b. El-Mervezî’nin “ Mesâilü Ahmed ve İshâk” adlı eserinden şu karşılıklı konuşmayı nakletmektedir:
İbn İshâk; Kadınlar ile tokalaşmayı mekruh görüyor musun?
İbn Ahmed; evet görüyorum.

İbn İshâk; Yaşlı olsun olmasın, Rasûlullah elinin üzerinde elbise/bez parçası olduğu halde kadınlar ile biatleşmiştir.”[1]
Ümmü Atiyye biat ettiğini şöyle anlatmaktadır:
“ Biat etmek için Rasûlullah’a geldiğimde ona şöyle dedim: Bana câhiliye döneminde yas tutmuş (teselli etmiş/ağıt yakmış) bir dostum var, ona borcumu ödeyebilir miyim? Sonra gelip biat edeyim. Bana; “ git ” dedi.[2] Gidip geldim ve biat ettim.”[3]

Taberî, söz konusu biat ile ilgili şu önemli rivayeti yine Ümmü Atiyye’den nakletmektedir:
“ Hz. Peygamber Medîne’ye gelince Ensar’ın hanımlarını bir evde topladı ve Ömer’i gönderdi. Ömer kapının önünde durup bize selam verdi. Biz de selamını aldık. Bize, “ Ben Allah’ın Rasûlü’nün elçisiyim”, dedi. Biz de, “hoş geldin ey Allah’ın Rasûlü’nün elçisi”, dedik. Daha sonra Ömer, “ Allah’a şirk koşmamak, çalmamak, zina etmemek üzere biat ediniz”, dedi. Biz de, “evet” dedik. O elini kapının/evin dışından uzattı, biz de içerden uzattık. Bunun üzerine Ömer: “ Allah’ım şahit ol dedi.”[4]

Bu konuda oldukça önemli bir ayrıntıyı Kurtubî tefsirinde şu şekilde nakletmektedir: “Hz. Peygamber Mekke’yi fethettikten sonra kadınların biatını alması gerektiğinde, kendisi Safâ tepesine oturmuş ve Ömer’i de bir az aşağısına oturtarak, kadınların biatını almasını söylemiştir. Ömer biat esnasında kadınlar ile tokalaşıyordu.”[5]

Amr b. Şuayb ise dedesinden şöyle nakletmiştir: “ Rasûlullah hanımlardan biat aldığı zaman bir kaptaki suya elini değdirir, kadınların da ona değmelerini isterdi.[6]

İbn Sa’d Tabakât’ında kadınların Rasûlullah ile biatleşmelerine ilişkin bir bölüm ayırmış ve yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerin dışında bazı ayrıntıları, özellikle tabiîn imamlarından nakletmiştir. Konumuz bakımından önemli gördüklerimizi burada zikredeceğiz:

Şa’bî’den şunu nakletmektedir: “ Rasûlullah, kadınlar ile elinin üzerinde elbise olduğu halde biatleşmiştir.”[7]

Zührî ve Urve tarikiyle yaptığı bir rivayette, Rasûlullah’ın biat esnasında kadınlar ile tokalaşmadığını nakletmiştir.[8]

Atâ’dan yapmış olduğu şu rivayet çok dikkat çekicidir: “ Rasûlullah, kadınlardan, cahiliyye matemi tutmamak, tenha yerlerde erkekler ile oturmamak üzere biat aldı.”[9]

Hasan’dan ise şu ayrıntıyı nakletmektedir: “ Mahrem olanların dışındaki erkekler ile konuşmamak üzere biat aldı.”[10]
Amr b. Şuayb’ın dedesinden yaptığı bir rivayet de şöyledir: “ Hz. Peygamber Medîne’ye geldiğinde müslüman olmuş kadınlar gelerek; ‘ Yâ Rasûlallah! Erkeklerimiz sana biat ettiler, biz de biat etmek istiyoruz’, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bir kap içerisinde su istedi. Elini içerisine batırdı. Birer birer kadınlara ellerini değdirdi. İşte Rasulullah’ın kadınlar ile ilgili biatı budur.”[11]

Buraya kadar nakletmiş olduğumuz rivayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Hz. Peygamber’in kadınlar ile biatı dört şekilde olmuştur. Sözle biat, içi su dolu bir kap vasıtasıyla, ele sarılan bir bez vasıtasıyla, tayin edilen bir vekil aracılığıyla ( Ömer’in tayin edilmesi gibi).[12]

Hz Peygamber’in ve Ashâbının Eşleri Dışındaki Kadınlar İle Temas Ettiklerini Gösteren Deliller

Burada zikredeceğimiz rivayetler, yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerin ifade ettiği gibi, Hz peygamber’in nikahlı hanımlarının dışında hiçbir kadına elinin değmemiş olduğunu bildiren ifadelerin genel olmayıp, anlatılan olaya mahsus bir durum tespitinden ibaret olduğunu göstermektedir.
Enes b. Mâlik Ümmü Süleym’in şöyle dediğini naklediyor:
“ Rasûlullah uyuyacağı zaman ona döşek sererdim. Uyuyunca da, terlerini toplar bir kabın içine koyardım. Onu daha sonra güzel bir koku içine katardım.”[13]

Aynı olayı nakleden Ebû Ya’lâ şu ayrıntıyı naklediyor: “ Uykusu ağırlaşır ve çok terlerdi. Ben de bir pamuk parçasıyla terini alırdım.”[14]

Enes b. Mâlik anlatıyor:

Rasûlullah Ubâde b. Sâmit’in karısı olan Ümmü Haram’ın evine giderdi. Ümmü Haram da ona yemek yedirip, sonra da saçlarına bakım yapardı. ( Sirke, bit vs. var mı diye )[15]
Ebû Mûsâ anlatıyor: “ Rasûlullah beni Yemen’de bir kabileye gönderdi. Döndüğümde O (a.s.), Batha ( Mekke de bir mevki adı )’ da idi. Telbiye[16] gtiriyordu. Bende onun getirdiği gibi telbiye getirdim. Bana, “ yanında kurban olabilecek her hangi bir şey var mı?” diye sordu. Ben de,” hayır” dedim. Bana Safâ ile Merve arasını tavaf etmemi emretti. Ben de tavaf ettim. Sonra ihramdan çıktım. Kavmimden bir kadına gittim. Saçlarımı taradı ve yıkadı.”[17]

Enes b. Mâlik anlatıyor: “ Medineli bir câriye vardı. Rasûlullah’ın elinden tutar, istediği yere onunla giderdi.” [18] Diğer bir rivayette; “Elini asla bırakmazdı.”[19]
Ebû Râfi’in hanımı Selma anlatıyor: “ Rasûlullah’a hizmet ederdim. Onda, sivilce çıban vs. gibi bir şey çıktığında bana emrederdi, ben de onların üzerine kına koyardım/yakardım.”[20]

İbn Abbas şöyle bir rivayette bulunmuştur: “ Bir adam Rasûlullah’a gelerek şöyle dedi: “Benim dünyada her şeyden daha çok sevdiğim bir karım var, ancak elini uzatanın elini geri çevirmez. ( Lâ teruddu yede lâmis )” Rasûlullah da adama; “ Boşa” buyurdu. Adam, “sabredemem” deyince; “ o halde ondan yararlan, onu sıkı tut”, dedi.[21]

Nesâî şarihi Süyûtî, hadiste geçen “Lâmis” sözcüğünün zina anlamına geldiğini, ancak buradaki anlamının bu olamayacağını söylemiştir. Çünkü, buradaki anlamı öyle olsa idi, Hz. Peygamber’in onu tutmasını ve ondan yararlanmasını söylemezdi, demiştir. Bazıları da bu tabirin eli açık cömert anlamında teşbih ifade ettiğini söylemişlerse de, bağlamına uymadığı için kabul edilmemiştir.[22] Şarihler, kadının erkekler ile mübaşeretinde dikkatli olmayıp, önüne gelenle tokalaştığı ve zinaya meyyal olduğu vs. şeklinde yorumlamışlardır. M. Hamdi Yazır, bu hadisten çıkarılan hükümler sadedinde, böyle bir durumda boşanmanın da olabileceğini, ancak böyle iffeti zayıf kadınlar, boşandıkları zaman daha kötü bir duruma düşebilecekler ise, onları boşamayıp sıkı tutmak, yani gözetim altında bulundurmak tavsiye edilir, demiştir.[23]

Bu rivayetten, Hz. Peygamber zamanındaki kimi kadınların erkekler ile temas etmede aşırıya gidebildikleri, fakat buna rağmen Hz. Peygamber’in onları kesin olarak boşamak veya haram işlemiş olmakla itham etmediklerini anlayabilmekteyiz.

[1] Elbânî, a.g.e., II, 55.
[2] Bu rivayette söz konusu olan şey, Câhiliye döneminde birine bir musîbet, ölüm vs. geldiğinde teselli ve yas tutma da yardımcı olunur, karşılıklı olarak (ödünç) yapılırdı. Burada ödenmek istenen borç budur.
[3] Nesâî, Sünen, ( Süyûtî’nin şerhi ile birlikte ), Beyrut, tsz., VII, 149.
[4] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 103. Ayrıca bkz: İbn Kesîr, Hâfız, Tefsîru’l-Kurani’l-Azîm, İstanbul, 1985, VIII, 128.
[5] Kurtubî, Ebû Abdillah M. Ahmed el-Ensârî, el-Câmiu Liahkâmi’l-Kuran, tsz., yy., XVIII, 71.
[6] Kurtubî, a.g.e., XVIII, 72.
[7] İbn Sa’d, et-Tabakât, Beyrut, tsz., VIII, 5.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 5.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 10.
[10] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 10.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 11.
[12] Bu biatlerin tarihi seyirleri ve rivayetleri için bkz: Rıza Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul, 1991, s. 70 – 76. Ayrıca bkz: Rıza Savaş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, İstanbul, 1994, IV, 250-256.
[13] Buhârî, İstîzân, 41 ( VII, 140 ).
[14] Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali el-Mevsîlî, Müsned, Dimeşk, 1984, VI, 409. Ayrıca bkz: Tabarânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb, Mu’cemu’l-Evsât,Musul, 1983, I, 249.
[15] Buhârî, Cihâd, 3 ( III, 201 ); Hac, 125 ( II, 187 ), Umre, 11 ( II, 203 ), Megâzî, 77 ( V, 123 ); ayrıca bkz: Müslim, Hac, 154; Nesâî, Menâsik, 52; İbn Hanbel, IV, 396, VI, 256, 363; İbn Abdi’l-Berr, Ebû Ömer Yusuf b. Abdillah, et-Temhîd, Magrib, 1387, I, 255.
[16] Telbiye: Hac vazifesi yapılırken söylenilen bir duadır. Yüksek sesle söylenir.
[17] Buhârî, Hac, 32 ( II, 149 ), Müslim Hac, 155, Nesâî, Menâsik, 50; İbn Hanbel, I, 39, IV, 410.
[18] Buhârî, Edeb, 61 ( VII, 89 ); Nesâî, Eşribe, 44; İbn Hanbel, III, 174, 216.
[19] İbn Mâce, Zühd, 16.
[20] İbn Hanbel, V, 95. Ayrıca bkz: Halef b. Abdulmelik, Gavâmidu’l-Esmâi’l-Müpheme, Beyrut, 1407, II, 557.
[21] Nesâî, Nikâh, 12 ( VI, 67 ).
[22] Süyûtî, Şerhu Süneni Nesâî, VI, 67.
[23] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 111 – 112.

3.Bölüm

Rivayetler İle İlgili Görüş ve Değerlendirmeler:

Burada, yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerden hareketle çağdaş alimlerin ne gibi görüşler ileri sürdüklerini özetle vermeye çalışacağız. Rivayetlerin sonucunda, kadın erkek tokalaşmasını haram sayanları bir başlık altında, mübah/helal sayanları da ayrı bir başlık altında zikredeceğiz.

Tokalaşmayı Haram Kabul Edenler:

İbn Arabî Ahkâmu’l-Kuran adlı eserinde kadınların Rasûlullah ile biatlarına ilişkin rivayetleri nakletmiş ve tokalaştığını söyleyen rivayetleri zayıf gördüğünü belirtmiştir. Ayrıca müellif, rivayetlerin sonunda şu hükme varmıştır:

“ Dinde kadınların biatı da erkeklerin biatı gibidir. El ile dokunma hariç.”[1]

İ. Cânan, Hadis Ansiklopedisi çalışmasında Ümeyme bt. Rukayka hadisini zikredip, diğer rivayetlere de atıfta bulunduktan sonra şu genel değerlendirmeyi yapmıştır:
“ Yukarıdaki metinden de anlaşılacağı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek istemişler, ancak, Hz. Peygamber belki de ilk defa, bu vesileyle, İslâm’ın yeni bir âdabını teşrî buyurmuştur: Birbirlerine nikah düşen kadın erkek el ele tutuşamaz…. Hulâsa, bütün rivayetler bilittifak, Rasûlullah’ın bey’ât sırasında kadınların eline çıplak olarak değmediğini ifade eder.”[2]

“Kırk Hadiste Kadın” adlı çalışmasında Zekeriya Güler, konuyla ilgili rivayetleri naklettikten sonra şu kanaatini belirtmiştir:
“ Rasûl-i Ekrem’in bey’ât esnasında buyurduğu “ Ben kadınlar ile musafaha etmiyorum” ifadesi bağlayıcılık açısından umûmî bir mahiyet arz eder. Bu ifadenin bey’at zamanına has bir uygulama olduğu söylenemez. Çünkü fıkıh usûlüne göre, lafız umûmî olup hususi bir karine yoksa, sebebin özel oluşuna itibar edilmez ve ilgili delilden genel hüküm çıkarılır. Ayrıca tabiatı icabı bey’atın el sıkışma yoluyla olması gerektiği halde Rasûlullah kadınlardan bey’at alırken bunu yapmamıştır. Böyle olunca bey’at dışında normal zamanlarda yabancı ( nâmahrem ) bir kadınla tokalaşmanın hayli hayli haram olduğu anlaşılır. Kendine son derece hakim, günah işlemekten uzak ve masum olan Yüce peygamber bey’at sırasında bile kadınlarla tokalaşmaktan kaçınıyorsa, onun izinden giden ümmetinin daha da dikkatli olması gerekiyor demektir.
Günümüzde bazı kimseler, erkeklerin kadınlarla veya kadınların erkeklerle tokalaşmasını kaçınılmaz bir durum, önemsiz bir mesele ve küçük bir günah olarak görmektedir. Bu yanlış bir fikirdir. Tamamen heva ve hevesten kaynaklanan bu fikir, söz konusu günahı basit görerek umursamayan ve onu terk etmek için hiçbir gayret göstermeyen insanların kendilerini temize çıkarma çabalarından başka bir şey değildir.”[3]

Rivayetlere konu olan bey’atın alınmasına vesile olan Mümtehine Sûresi’nin ilgili ayetinin tefsirinde H. Yazır, aynı rivayetlere değindikten sonra şu kanaatini belirtmektedir:
“ Meşhur ve güvenilir olan husus, Hz. Peygamber’in kadınlar ile musafaha yapmadığıdır.”[4]

Ahkâmu’l-Kuran adlı eserinde M. es-Sâbûnî, kadınlar ile biatleşmeyi değerlendirmiş ve şöyle demiştir:

“ Rasûlullah’ın kadınlar ile biat esnasında tokalaşmadığı sahih olarak varit olmuştur. Bu konuda nakledilen rivayetlerin bütünü, kadınlar ile biatın sözlü olduğunu, hiçbir kadın ile ne biatte, ne de biatın dışında bir başka münasebetle tokalaşmadığını göstermektedir. Hz. Peygamber; ma’sûm, tâhir, fâzıl, şerîf ve nezihliğinde şüphe olmayan biri olduğu halde, kadınlar ile tokalaşmaktan kaçınır ise, hatta biat gibi çok önemli bir durumda bile, kendisinde şehvet egemen olan, fitneden emin olmayan ve damarlarında şeytan dolaşan biri için kadınlar ile tokalaşmak nasıl mübah olabilir. Nasıl oluyor da bazı kimseler, şeriatte kadınlar ile tokalaşmak haram değildir diyebiliyorlar?! Bu çok büyük bir bühtandır.”[5]

Kadınlara has durumlar için yazmış olduğu ilmihal kitabında Faruk Beşer konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“ Genç ve şehvet duyulabilecek yabancı kadınla tokalaşmak haramdır. Peygamber efendimiz yabancı bir kadının elini tutan ele, kıyamet günü ateş doldurulacağını haber vermiştir. Kendisi de biat esnasında kadınlar ile el sıkışmamış ve sizden sözlü biat alıyorum, buyurmuştur. Âişe annemiz de yemin ederek: “ Allah Rasûlü’nün eli kadın eline değdi diyen yalan söylemiştir.”[6]

“ Tahrîru’l-Mer’eti Fî Asri’r-Risâleti” adlı kitabında Abdulhalim Ebû Şekka Hz. Peygamber’in kadınlar ile olan münasebetlerini; hem bey’at, hem de bey’at dışındaki durumlar itibariyle inceledikten sonra, şu kanaate varmıştır:
“ Rasûlullah’ın kadınlar ile tokalaşmadığı sabittir ve bu durum ümmeti için bir ta’limdir. Bazı zamanlarda kadınlar ile temas etmesi durumu ise, tamamen fitneden emin olma durumundadır. Bu nedenle, fitneden emin olunmadığı zaman, “sedd-i zerâi/zararın önlenmesi kabilinden” tokalaşmaktan uzak durulması icap eder.”[7]

Mevdûdî “ Hicab” adlı eserinde aynı rivayetlere dayanarak şu kanaatini belirtmiştir:

“ Bu hükümler genç kadınlar içindir. Yaşları ilerlemiş, cinsi faaliyetleri kesilmiş bulunan kadınlar sözü geçen hükmün dışındadır. Genç ve yaşlı kadınlar konusundaki bu ayrımın sebebi nedir? Açıkça anlaşılıyor ki, önemli olan cinsi hislerin tahrik edilmesi meselesidir. Yani seksüel duyguların başı boş gidişini önlemektir.”[8]

Tokalaşmayı Mübah/Helal Kabul Edenler:

Aynı ayetin tefsirinde S. Ateş, rivayetlerin akabinde şu yorumu yapmaktadır:

“ Herhalde bazı kimseler bu rivayetlere dayanarak kadınların erkeklerle musafaha etmesini haram veya mekruh saymışlardır. Gerçeği söylemek gerekirse bu rivayetler, kadınların erkeklerle musafahasının haram olduğunu göstermez. Çünkü bunların birincisinde Peygamber adına kadınlardan biat alan Ömer’in, kadınları görmeden kapı aralığından elini uzatarak onlarla musafaha ettiği, başka birinde Peygamber’in eline bir kumaş parçası dolayarak kadınlarla musafaha ettiği; başka birinde Peygamber’in elini batırdığı suya kadınların da daldırmak suretiyle biat aldığı ve son rivayetlerde ise Peygamber’in kadınlar ile musafaha etmediği anlatılmaktadır ki, bunlar arasında çelişki vardır. Şayet Peygamber’in; “ Ben kadınlar ile musafaha etmem” dediği doğru ise, bu, en fazla kerahiyet bildirir. Çünkü bunun aksini söyleyen hadis iki yolla rivayet edilmiştir. Kaldı ki, Hind’in biat esnasında gelip Peygamber’in elini tutup ona dehalet etmesi ve Peygamber’in ona engel olmaması, bu musafahanın haram olmadığını gösterir. Haram olmak için kesin delil gerekir. Eşyada asıl olan ibahadır. Kadınlarla musafahanın haram olduğuna dair kesin bir delil yoktur.”[9]

İ. Derveze ise ilgili ayetlerin tefsirini ve bu münasebetle yapılan biatleri ve ilgili rivayetleri naklettikten sonra şu değerlendirmeyi yapmıştır:

“ Herhalde erkeklerin kadınlar ile tokalaşmasının mekruh veya haram olduğunu söyleyenlerin dayanakları bu hadislerdir. Bu hadisleri delil almaları yerinde bir davranış olabilir. Ancak bu hadislerin, mekruh veya haram gibi bir kesinlik ifade etmediğini söylememiz doğru olur. En iyisini Allah bilir.”[10]

Yukarıda vermiş olduğumuz değerlendirmeleri ve rivayetlerin ifade ettiği anlamları karşılaştırdığımızda, her ikisinden de, bu rivayetlerin kadın erkek ilişkisindeki “ tokalaşma” olayı bağlamında ağırlık kazanarak ele alındığını, asıl bağlamından ve içerdiği mesajdan, toplumsal ahlaki kurallara verilen önemden ve toplumsal sözleşme olan biatten koparıldığı görünmektedir. İşte bu kopuş söz konusu rivayetlerin yanlış anlaşılmasına ve buna bağlı olarak da yanlış hükümler çıkarılmasına neden olmuştur.

Kadınlar ile erkeklerin tokalaşması konusuna münhasır söylenmiş gibi algılanan söz konusu rivayetler, yalnız başına değerlendirilmiş ve bu konuda varit olan diğer rivayetler yokmuş gibi hüküm verilmiştir. Bir konuda hadislerden hüküm çıkarmak istediğimizde, o konuyla ilgili bütün rivayetleri toplayıp, bu toplanılan rivayetlerin bütününden hareketle bir sonuca gitmek veya hüküm vermek gerektiği ilkesi[11] tamamen göz ardı edilmiştir. Yukarıda nakledildiği gibi, bu hadislerin yer aldığı aynı kaynaklarda Hz. Peygamber’in ve diğer bazı sahabenin kadınlar ile temas edip, değişik vesilelerle bir birlerine dokundukları, nakledilmiştir.

[1] İbn Arabî, Ebû Bekir M. b. Abdillah, Ahkâmu’l-Kuran, beyrut, tsz., IV, 1791.
[2] İbrahim Cânan, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, İstanbul, tsz., I, 115-16.
[3] Zekeriya Güler, Kırk Hadiste Kadın, Konya, 1997, s. 255-56.
[4] M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kuran Dili, İstanbul, tsz., VII, 557.
[5] Es-Sâbûnî, M. Ali, Ahkâmu’l-Kuran, Mekke, tsz., II, 565-66.
[6] Faruk Beşer, Hanımlara Özel İlmihal, İstanbul, 1997, 246. Ayrıca bkz: Rauf Pehlivan, Büyük Kadın İlmihali, İstanbul, 1997, s. 469-71.
[7] Abdulhalim Ebû Şakka, Tahrîru’l-Mer’eti Fî Asri’r-Risâleti, Kuveyt, 1990, II, 92-93.
[8] Ebu’lalâ Mevdûdî, Hicap, ( Trc: Ali genceli ) , İstanbul, tsz., s. 406-7.
[9] Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, tsz., IX, 397-98.
[10] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, ( Terc: Ramazan Yıldırım ), İstanbul, 1998, VII, 231.
[11] Yusuf el-Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, ( Çev: Bünyamin Erul ), İstanbul, 1991, s. 117-128.

Published in: on Mayıs 19, 2007 at 8:38 pm  Yorum Yapın  

Ahmet Keleş(Kadınlarla Tokalaşmak Harammıdır!)2

4.Bölüm
Metinlerin Muhteva Bakımından Değerlendirilmesi

Yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerin tamamı, Hudeybiye antlaşması sırasında ve Mekke’nin fethedilmesinin ardından yapılan biatler ile ilgili rivayetlerdir. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, Rasûlullah’ın kadınlar ile tokalaşmadığını bildiren bu rivayetler, tek bir olayın veya aynı konudaki birkaç olayın aktarılmasından ibarettir. Konunun öncelikle bu çerçeve içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Yani, rivayetler bir durum tespiti yapmaktadır. Dînî bir emri veya yasağı dile getirmemektedir.

Söz konusu rivayetlerin nakledilmesi sürecinde ne gibi bir muhteva değişikliğine uğramış olduğu ve bu değişikliğin tarihi nedenleri için Rıza Savaş’ın konumuzla ilgili şu değerlendirmesini burada zikretmek istiyoruz. Müellif eserinin, “ Muhtevanın Oluşmasını Etkileyen Faktörler” başlığı altında konumuzla ilgili şu yorumu yapmıştır:

“Cahiliyye döneminde insanların sahip oldukları adet ve gelenekler, müslüman olmakla hemen sona ermedi. İslam, insanlar üzerinde önemli değişiklikler meydana getirdi. Ancak, bazı insanların, yine de daha önceki düşüncelerin etkisinde kaldıkları anlar olmuştur. Ridde olaylarının ve Hz. Osman’dan sonra ortaya çıkan olayların cahiliyye devrinden kalma düşünceler ile ilgili tarafları bulunmaktadır. Kabilecilik anlayışının pek çok olayda ve mezheplerin çıkmasında önemli rolü olmuştur. Mezheplerin ve çeşitli anlayışların Kuran ayetlerini ve hadisleri yorumlamadaki tavırları, “sire” muhtevasının farklı şekiller almasına doğrudan etki etmiştir, diyebiliriz. Ayrıca bu malzemenin oluşmasında siyasi otoritenin de önemli rolü olduğu söylenebilir.

Muhtevanın farklı şekilde oluşmasına, bazı konularda rivayetlere uygulanan sansürün de etki ettiği anlaşılmaktadır. Bunun izleri, rivayetler yakından incelendiği ve mukayeseler yapıldığı zaman daha iyi görülmektedir. Sansürün nedenleri, yukarıda temas ettiğimiz birkaç madde ile sınırlı olmayıp daha başka nedenler de düşünülebilir. Burada rivayetlerdeki sansüre bir örnek vermek istiyoruz.

Et-Taberî, Mekke fethinden sonra, Mekkelilerin Hz. Peygamber’e bey’at için toplandıklarını, Hz. Peygamber’in bunun için safa tepesine oturduğunu, Hz. Ömer’in ondan biraz aşağıya oturarak insanların Hz. Peygamber’i rahatsız etmelerini engellediğini, erkeklerin bey’atının bitmesinden sonra kadınların Hz. Peygamber’in yanına geldiklerini ve ona bey’at ettiklerini ifade ederken konuya şöyle devam eder: “ Rasûlullah Ömer’e onların (kadınların) bey’atını kabul et” dedi ve kadınlara istiğfarda bulundu. Ömer de kadınların bey’atlerini kabul etti. Rasûlullah kadınlar ile tokalaşmıyordu. Helal olanlar hariç o hiçbir kadına, hiç bir kadın da ona dokunmamıştır.” Bu rivayette açıkça Hz. Ömer’in kadınlar ile tokalaştığı kaydedilmemektedir. Halbuki rivayetin muhtevası onun kadınlar ile tokalaştığını ifade eder. Aynı olayı anlatan Kurtubî “ …Hz. Peygamber erkeklerin bey’atlerini kabul ettikten sonra Safa tepesine oturdu. Ömer de ondan bir az aşağıya oturdu. Hz. Peygamber kadınlara bey’at şartını konuşmaya başladı. Ömer de kadınlar ile tokalaşıyordu. Taberî’nin rivayetinde Hz. Ömer’in kadınlar ile tokalaşması açıkça yazılmadığı halde Kurtubî bu rivayeti sansürsüz vermiştir.

Yukarıda kaydettiğimiz bu olaydan önce Medine’de de kadınların bir evde toplandıklarını ve Hz. Peygamber’in Hz. Ömer’i kadınlardan bey’at almak üzere görevlendirdiği ve onunda bu görevi yaptığı zikredilmektedir. Ancak bu olayı bize nakleden rivayetlerde de Hz. Ömer’in bey’at esnasında “kadınlarla tokalaşması” kısmının sansüre uğradığı söylenebilir. Çünkü olayı bize aktaran ve bey’at esnasında kadınların arasında bulunan Ümmü Atıyye; “ …Ömer elini evin dışından bize uzattı, biz de evin içinden ellerimizi ona uzattık, sonra şöyle dedi: “ Allah’ım şahit ol!.” Görüldüğü gibi eller havada kalmıştır, tokalaşmaya konan sansür burada açıkça görülmektedir.

Muaviye b. Ebî Süfyan, annesi Hind bt. Utbe, beyat için geldiği zaman Hz. Peygamber’in onunla tokalaştığını söylemektedir.”[1]

R. Savaş’ın bu yaklaşımını teyit eden bazı yaklaşımları hadis şerhlerinde yapılan açıklamalarda da görebilmekteyiz. Örneğin İbn Hacer, Buhârî’nin rivayet etmiş olduğu Âişe’nin rivayeti için şöyle demektedir. Âişe’nin rivayeti, Ümmü Atiyye’nin rivayetine bir reddiye özelliği taşımaktadır.[2] Yani, Âişe’nin yeminle te’kit ederek söylediği, Rasûlullah’ın elinin hiçbir hanımın eline değmediği ifadesi, Ümmü Atiyye’nin Rasûlullah ile tokalaşmış olduğunu ifade eden hadisini reddetmek içindir. Bu açıklama, tepkiselliğin rivayetlerde önemli bir rol oynadığının ip uçlarını vermektedir.

İbn Hacer’in, rivayetteki; “Ümmü Atiyye’nin, ‘…hemen elini çekti’ ifadesini, Rasûlullah’ın elinin bu esnada örtülü olmasıyla te’vil edebiliriz”[3] şeklindeki yorumu, Rasûlullah’ın elinin, hanımlarının dışında hiçbir kadının eline değmemiş olduğu inancının ve kanaatinin bir ürünüdür.

Şerhlerde gördüğümüz açıklamalarda, Rasûlullah’ın elinin hiçbir kadının eline değmemiş olduğunu ispatlama gayreti açıkça görülmektedir. İşte bu gayret, muhteva üzerinde oldukça önemli bir tesir icra etmiş ve bazı ifadelerin rivayetten düşürülmesine neden olmuştur. Metinlerin rivayet sürecinde uğramış oldukları muhteva değişikliğine ilişkin bu değerlendirmeden sonra, şimdi de semantik analize ve metin tenkidine geçebiliriz.

[1] Rıza Savaş, Siyer ve Kaynakları, İzmir, 1995, 20 – 23.
[2] İbn Hacer, Ahmed b. Ali, Fetuhu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut, 1989, VIII, 821.
[3] İbn Hacer, a.g.e., XIII, 252.

5.Bölüm
Semantik Analiz ve Metin Tenkidi

Buraya kadar nakletmiş olduğumuz rivayetleri ve görüşleri, hem semantik yönden, hem de rivayetlerdeki metinlerin anlaşılması ve yorumlanması yönünden değerlendirmeye çalışacağız. Ancak önce, semantik hakkında ve buradaki rivayetlerde semantiğin nasıl bir görev üstleneceğinden kısaca bahsetmek istiyoruz.

Semantik: Kelimeler ile, bu kelimelerin temsil ettikleri nesneler arasındaki ilişkiyi inceleyen ilimdir. Yani, kelimenin vaz’ olduğu mana ile, o mananın temsil ettiği şey ile ilişkisini inceler.[1]
Kelimeyi dil içerisindeki işlevi bakımından genel olarak tasnif eden filologlar, semantikten başka, sintantik[2], pragmatik[3] olarak da ayırırlar. Kelimenin bu üç anlam katagorisinden özellikle semantik, oldukça önemli bir anlam-bilim ve yorumlama elemanıdır. Yorum bilgisi ( Hermeneutics ) açısından semantik, mana ile ilgilenen geniş, kapsamlı bir bilimdir. Bu bilim ile ilgili T. Izutsu şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Manası olan her şey semantiğin konusu olabilir. Henüz bir semantik bilimine sahip değiliz. Elimizde olan, çeşitli anlamlandırma nazariyeleridir. Semantik hakkında konuşan herkes, kelimeyi istediği biçimde anlamağa kendini yetkili görüyor. Halbuki semantik, bir dilin anahtar terimleri üzerinde bir tahlil çalışmasıdır. Bu çalışma, dili yalnız bir konuşma aleti olarak değil, bundan daha önemli olmak üzere, kendilerini kuşatan dünya hakkındaki anlayış ve düşüncelerinin de aleti olarak, o dili kullanan halkın, dünya hakkındaki düşüncelerini kavramak için yapılır. Bu suretle semantik, bir ulusun tarihinin, şu veya bu önemli devresindeki dünya görüşünün mahiyeti hakkında bir çalışmadır.”[4]

Izutsu’nun semantiği getirdiği bu açıklamalar ile anlıyoruz ki, kelime sadece vaz’ olduğu anlamı göstermekle kalmıyor. O kelimenin mensup olduğu dilin konuşulduğu kültürden nasıl etkilendiği ile birlikte, o kültürün tarihi gelişimi hakkında bilgi vermektedir. Bu durum da bize, manaların yalınız başına değil daima bir sitem veya sistemler içerisinde değer kazandığını gösterir. Tabii ki kelimenin bu özelliği, özellikle anlam-bilim ve yorumlamada önem kazanmaktadır. [5]

Kelime semantik açıdan ele alınınca iki tür anlam ortaya çıkmaktadır. Birincisi, kelimenin asıl vaz’ olduğu manadır ki, biz onu yalnız başına, bulunduğu münasebet sistemi dışında da mütalaa etsek, kelime yine de o manayı ifade eder. İşte kelimenin bu sürekli manasına “ Esas Mana” denilmektedir. İkincisi ise, kelimenin özel birer sistem içerisinde yer almasıyla, sistemin diğer düşünce ve kanaatleriyle irtibat kurar, onlardan yeni elemanlar alır ve yeni bir anlam kazanır. Çoğu zaman bu yeni elemanlar, kelimeyi o kadar etkiler ki, onun asıl manasını kökünden değiştirir. İşte kelimenin kökünden – aslından – gelmeyen, fakat içinde bulunduğu münasebet siteminden doğan bu manaya “İzafi Mana” denir.[6]

Örneğin; “kitap” kelimesi, esas manası itibariyle sıradan bir kitabı ifade ederken, Kuran içerisinde; Allah, vahiy, tenzil, nebi, ehl-i kitap kelimeleriyle yakından ilişkiye girer ve yeni bir anlam kazanır. “ Yevm” kelimesi, “saat” kelimesi de böyledir. Bu kelimeler günlük dilde normal gün ve saati gösterirken, Kuran sistemi içerisinde; kıyamet, hesap günü, son hüküm günü gibi anlamlar kazanır.[7]

Kelimeler, karışık sosyal ve kültürel varlıklardır. Realite dünyasında tek kelime dahi yoktur ki, onun manası asıl manadan ibaret olsun. İstisnasız bütün kelimeler, az çok bulundukları özel kültürden etkilenmişlerdir. Yeni ve izafi bir mana kazanmışlardır. Kelimenin izafi manası dediğimiz şey, zaten o kültürün ruhunun açık olarak kendini göstermesinden ve o dili kullanana insanların genel psikolojik veya başka eğilimlerinin, gerçek görünümünden ve yankısından başka bir şey değildir.[8]

İslami ilimlerin tarih içerisindeki gelişmesi sürecinde, dinin bir çok temel kavramlarına, gerek yeni karşılaşılan inanç ve kültürlerin, gerekse ortaya çıkan fıkhî, itikâdî ve siyâsî ekollerin geliştirdikleri doktrinlerin tesiriyle, oldukça fazla miktarda izafi anlamlar girmiştir. Sadece girmekle kalmayıp, bu süreçte yapılan tüm çalışmalarda etkili olmuştur. Şerh, tefsir ve diğer alanlardaki çalışmaların büyük çoğunluğunda, asli mana değil izafi anlam etkili olmuştur, denebilir.

Çalışmamızda üzerinde durduğumuz tokalaşma/musafaha sözcüğü ve dokunma/mess kelimesi etrafında cereyan eden rivayetler ve yorumlarda da bu izafi anlam kendisini ve etkisini göstermektedir. Hatta, belli dönemlerdeki hakim paradigma, bu kelimelerin anlamlarını, içerisinde geçtikleri cümle ve paragrafın yegane anlamına çevirmiş ve vurgu tamamen bu noktaya kaymıştır. Bu kaymanın nedeni ise, paradigmanın kelimelerin anlamlarında meydana getirdiği izafi anlamdır.
Mess kelimesi, m.s.s harflerinden oluşan ve Kuran’da farklı anlamlarıyla sıkça geçen bir sözcüktür. Değişik çekimleri/türevleriyle bu kelime Kuran’da 61 defa geçmektedir.[9] Daha çok dokunmak, temas etmek anlamında kullanılmıştır. Kelimenin asıl/esâsî manası budur. Örneğin aşağıdaki ayetlerde bu anlamıyla kullanılmıştır.

“ Eğer size bir zarar/yara dokundu ( messe ) ise, onlara da bir benzeri dokunmuştu.” ( Âl-i İmrân, 3 / 140 ) Bu ayette iki kez aynı anlamda geçmiştir.

“ İnsanlara bir sıkıntı/zorluk dokunduğunda ( messe ) gönülden Rab’lerine yalvarırlar.” ( Rûm, 30 / 33 )

“ Ateş/Cehennem bize ancak sayılı günler dokunur, dediler.” ( Bakara, 2 / 80 )

Bu kelime ( mess ) kadın erkek ilişkisi ile ilgili kullanıldığında ise, cimâ/cinsel ilişkiyi anlatır. Aşağıdaki ayetlerde bu anlamda geçmemiştir.

“ Henüz kendilerine dokunmadığınız veya mehir belirlemediğiniz kadınları boşamanızda bir sakınca yoktur.” [10] ( Bakara, 2 / 236 )

Meallerde, “dokunmadığınız” şeklinde tercüme edilen; “ mâ lem temessûhünne” nin anlamını Zemahşerî, “ mâ lem tücâmiûhünne” olarak, yani cimâ/cinsel ilişkide bulunmadığınız şeklinde vermiştir.[11] Doğru anlam da budur. Yoksa, meallerdeki anlamıyla ayetin verdiği mesaj doğru anlaşılmamaktadır. Çünkü, dokunmak mücerret bir teması ifade eder. Ayet ise böyle bir teması değil, cinsel ilişkiyi kastetmektedir.

Bir kelimeye yüklenen esas ve izafi anlamın, sözün içerdiği anlam ve mesajı ne derecede değiştirdiği bu örnekte gayet açık bir şekilde görülebilmektedir. Ahzâb Sûresi 49. Ayette de bu şekilde kullanılmıştır.

Çalışmamızın konusu olan Âişe hadisinde de bu kelime ( mess ) geçmektedir. Rivayetin içerisinde geçtiği bağlamına göre bu kelimeden kastedilen anlam, “dokunmaktır”. Çünkü rivayetler, Âişe’nin de muhtemelen müşahede ettiği (her ne kadar bu durum rivayetlerde açık değilse de ) tarihi bir olay olan biatleşmekten ve bu esnada Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu davranıştan bahsetmektedir. Yani Âişe, benim gördüğüm kadarıyla o anda Rasûlullah hiçbir kadın ile tokalaşmamıştır. Eli bir kadının eline değmemiştir, demektedir. Bu anlamı doğru bir anlamdır. Ancak, bir çok çağdaş Müslüman alim, bu sözü ( Âişe’nin sözünü ) asıl bağlamından koparıp, genel bir duruma dönüştürerek, erkekler ile kadınların tokalaşmasının haramlığına delil saymaktadırlar. Bu yaklaşıma göre Âişe’nin sözü şu anlama gelmektedir: “ Yemin olsun ki Hz. Peygamber’in eli hayatı boyunca hiçbir kadının eline değmemiştir.” Haram hükmüne mesnet yapılan bu söz artık asıl anlatmak istediği anlamdan kopmuş ve semantik olarak, belli bir inanışın/paradigmanın anlamak istediği anlamı yüklenmiştir. Bu anlamı üstlenen ifadenin artık biatleşme ile ilgisi kesilmiştir ve dîni bir kuralı/hükmü bildirir hale gelmiştir.

Bize göre söz konusu ifade bağlamından koparılıp müstakil ve genel bir ifade gibi anlaşılmak istenirse – gerçi böyle müstakil olarak nakledilmiş bir rivayet yoktur- bu taktirde; rivayette geçen “ mess” kelimesinin anlamını dokunmak/tokalaşmak olarak değil, cimâ/cinsel ilişki olarak anlamamız gerekir. Çünkü, Hz. Peygamber’in peygamberliği boyunca, hiçbir kadının eline mücerred olarak dokunmamış olması, Âişe’nin müşahede edebileceği bir durum değildir. Bu nedenle rivayet böyle bir anlamı ve hükmü anlatmış olamaz. Ancak, Hz. Peygamber’in iffetini ve yüce ahlakını anlatabilir ve o zaman da anlamı şöyle olur: Hz. Peygamberîn eli, asla kendisine helal olan eşleri dışında bir kadına cinsel ilişki anlamında dokunmamıştır. Yani, asla zina etmemiştir. Ait olduğu bağlamından koparılarak müstakil olarak söylenilip delil alındığında bu sözün anlamını böyle anlamak durumunda kalırız. Başka türlü anlamak rivayeti yanlış anlamaktır.

Yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerde üzerinde durmamız gereken diğer bir ifade de; Ümeyme bt. Rukayka’nın rivayetinde geçen; “ Ben kadınlarla tokalaşmam / İnî lâ Usâfihu’n-nisâ” ifadesidir. Yine aynı rivayette geçen, rivayetin sahibi Ümeyme’nin; “ Bizimle tokalaşmıyor musunuz?”, “ Uzat elini sıkalım yâ Rasûlallah” gibi sözleridir.

Rivayette geçen, “ ben kadınlarla tokalaşmam” ifadesi bu şekilde tercüme edildiğinde, hem anlam kaymasına uğramaktadır, hem de asıl anlattığı anlamı yitirmektedir. Bu nedenle sözün nerede ve hangi münasebetle söylendiğine bakmamız gerekir. Şayet bunu Hz. Peygamber, genel bir adetini veya dîni bir kuralı bildirmek maksadıyla söylemiş olsa idi, o zaman bu sözü böyle tercüme etmek doğru olurdu. Fakat bu söz, kalabalık ve izdihamın bulunduğu bir ortamda söyleniyor ise, sözün anlamı, söylenmiş olduğu o ana ve o an ile bitişik olan yakın gelecek zamana aittir. Bu taktirde de anlam şöyle olacaktır: “Ben bu durumda kadınlar ile tokalaşmıyorum. Veya, tokalaşamayacağım. Çünkü şartlar öyle gerektirmektedir.” Bu şekilde bir anlamlandırmaya gitmemizi gerektiren faktörler vardır. Bunların birincisi, Arapça’da muzârî fiilin anlamının, şimdiki zaman ve yakın gelecek zaman olmasıdır. İkincisi ise, Hz. Peygamber’in; “ Benim bir kadına olan sözüm yüz kadına olan gibidir” ifadesidir. Bu ifade bize, sözün söylendiği ortam ve şartlar hakkında yeterli bilgi vermektedir. İfadeden anlıyoruz ki biat ortamı oldukça kalabalıktır. Bu şartlar altında Rasûlullah; kadınlar adına kendisiyle biatleşmeye gelen temsilci kadına yukarıdaki sözüyle şunu anlatmak istemiş olmalıdır: “Şartları görüyorsunuz, ben bu durumda hanımlar ile tokalaşamayacağım, sizinle biatleşmem söz iledir, sizinle sözlü biatleşiyorum.” İfadelerin bütününü, vaki olan bir olay bağlamında düşündüğümüzde, verdiğimiz bu anlamların isabeti daha iyi anlaşılacaktır. Ancak ifadeleri, dîni bir hüküm çıkarmak için okuyup anlamak istediğimizde ise, o ifadelerin kastetmediği anlamları anlamamız kaçınılmaz olacaktır.

Biat esnasında Ümeyme ile Rasûlullah arasında geçen diyalogda konuyla ilgili önemli bir nokta daha vardır. Bu da, Ümeyme’inin tokalaşmak istemesidir. Rivayetlerde değişik ifadeler ile anlatılan bu tokalaşma isteği açıktır. Söz konusu talepten hareketle şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Hz. Peygamber’in (a.s.) zamanında değişik vesileler ile kadınlar erkeklerle tokalaşabilmektedirler. Şayet böyle bir sosyal alışkanlık olmamış olsa idi, rivayetlerde zikredilen hanımların gayet rahat bir şekilde Rasûlullah ile tokalaşmayı talep etmemeleri gerekirdi.

“ Ben kadınlar ile tokalaşmıyorum ” ifadesi için şöyle bir yorum yapmamız mümkündür: Rivayetlerden ve özellikle de Âişe’nin kullandığı üsluptan, Âişe’nin olay anında hazır bulunduğu anlaşılmaktadır. Biat işleminin başından sonuna kadar müşahidi olmuş olmalıdır ki, Rasûlullah’ın elinin hiçbir kadının eline değmemiş olduğunu görebilsin. Hadislerdeki ifadeler, Âişe’ye ait bir kanaati göstermekten daha ziyade, bir müşahedeyi anlatmaktadır.

Biat olayında Hz. Peygamber’in kadınların ellerini sıkmayıp, onlardan söz ile biat alması ve özellikle de el sıkmayacağını belirtmesi, onun şahsi hassasiyetinin bir sonucu olabileceği gibi, bu davranışında Âişe’nin kıskançlığı faktörü de olabilir. Bunun bir ihtimal olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü, Hz. Peygamber’in eşlerine karşı çok nazik ve hassas olduğu, onların incinmesine neden olabilecek şeylerden bilhassa kaçındığı bilinmektedir. Âişe’nin ise, Rasûlullah’ın hanımları arasında hem ayrıcalıklı bir yerinin olduğu,[12] hem de hanımlar arasında en kıskanç ve en genç hanım olduğu bir gerçektir.[13] İşte bu pozisyondaki bir hanımın müşahedesi altında yapılan bir biatleşmede, Hz Peygamber’in davranışı üzerinde çok az da olsa bir etkisinin olmuş olduğunu düşünüyoruz.

Bu rivayetlerden, tokalaşmanın haram olduğu hükmünü çıkarmanın isabetli olmadığını şöyle izah edebiliriz: Bazı alimlerin anladığı gibi, bu söz ile kadınlarla tokalaşmanın haramlığı kastedilmiş olsa idi, diğer rivayetlerde belirtilen Ömer’in tokalaşması, diğer sahabenin kadınlar ile teması onaylanamazdı. Ebû Mûsa’nın kavminden bir kadına saçlarını yıkatıp taratması, tokalaşmadan aşağı bir temas sayılamaz. Yine Hz. Peygamber’in bir cariyenin elinden tutarak Medine’nin her yerinde gezdirmesini, sadece onun tevazuu ile açıklayamayız. Şayet bu cariyenin elinden tutması onun bir tevazuunun[14] sonucu ise, yukarıdaki rivayetlerde belirtilen tokalaşmamasının da, ona ait bir hassasiyetin sonucu olarak kabul etmek gerekir.

Rivayetlerde özellikle vurgulanan Hz. Peygamber’in kadınlar ile tokalaşmadığını belirtmesi, bu fiilin ümmeti için de yasak olmuş olduğunu bildirmek istese idi, “ Ben tokalaşmıyorum” yerine, “ Ümmetime kadınlar ile tokalaşmak haramdır”, veya; “ helal değildir” buyurması gerekirdi.

Nakletmiş olduğumuz rivayetlerde metin bakımından gördüğümüz bir diğer problem de, Ömer’in biat almak için gittiği evdeki kadınlar ile yaptığı biatleşmedir. Bu rivayette bazı detayların bir şekilde eksik kaldığı açıktır. Rıza Savaş’ın tespit ettiği gibi, muhtevanın bozulduğu doğrudur. Kapının dışından uzatılan el ile ( Ömer’in eli ), içeriden uzatılan elin ( hanımların elleri ) ne olduğu ifade edilmemiştir. Bu eller karşılıklı olarak havada kalmadığına göre, temsilen bir hanımla bile olsa tokalaşmanın olması gerekir. Böyle bir tokalaşmadan bahsedilmediğine göre bu noktanın rivayetten sansür edilerek hakim paradigmanın yönlendirmesi doğrultusunda düşürülmüş olduğunu düşünmemiz gerekmektedir.

Ayrıca, Mekke’de alınan biat esnasında Ömer’in kadınların ellerini sıkmış olduğunu bildiren rivayet, diğer rivayetlere istinaden tokalaşmanın haram olduğu hükmünü çıkarmanın zor olduğunu gösteren çok önemli bir delildir.

[1] Toshihiko Izutsu, Kuran’da Allah ve İnsan, ( Trc: Süleyman Ateş ), Ankara, tsz., s. 14.
[2] Sintantik: Kelimelerin diğer kelimeler ile, sembollerin diğer semboller ile, aralarındaki ilişkiyi inceleyen ilimdir.
[3] Pragmatik: Kelimeler ile, insan davranışları arasındaki ilişkiyi, kelimeler ile diğer sembollerin hareketlerimizi etkileme şekillerini inceler. Bkz: Izutsu, a.g.e., 22; Hüseyin Batuhan, Modern Mantık, 37; Turan Koç, Din Dili, Kayseri, tsz., 15.
[4] Izutsu, a.g.e., 14.
[5] Izutsu, a.g.e., 21.
[6] Izutsu, a.g.e., 22 – 24.
[7] Izutsu, a.g.e., 23.
[8] Izutsu, a.g.e., 25.
[9] M. Fuad Abdulbâkî, el-Mu’cemü’l-Müfehres Lielfâzı’l-Kuran’i’l-Kerîm, Beyrut, tsz., s. 666-7.
[10] Bu ayetin mealleri için bkz: M. Esed, Kuran Mesajı, İstanbul, 1999. Suat Yıldırım, Kuran’ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, İstanbul, 1998.
[11] Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah M. b. Ömer, el-Keşşâf An Hakâiki Gavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vechi’t-Te’vîl, Beyrut, 1995, I, 281. Ayrıca bkz: Zeccâc, Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî, Meâni’l-Kuran, Beyrut, 1988, I, 318.
[12] Abdulhamid Mahmud Tahmaz, es-Seyyidetü Âişe, Dimeşk, 1988, s. 45-47.
[13] Nabia Abbott, Hz Muhammed’in Sevgili Eşi Ayşe, ( Terc: Tuba Asrak Hasdemir), Ankara, 1999, 55- 87.
[14] Bu konuda bkz. İbn Mace, Zühd, 16.

6.
Sonuç:

Çağdaş yaşamın müslümanlar nezdinde ortaya koyduğu önemli problemlerden biri de kuşkusuz kadın erkek ilişkisidir. Sosyal hayatın çeşitli katmanlarında, farklı etkinlik ve münasebetlerde ortaya çıkan bu problemin en göze batan cephesi tokalaşmadır. Ülkemiz başta olmak üzere, modernitenin getirdiği yaşam biçimini ve sosyal hayatın şartlarını bir türlü tarihsel İslam’ın öngördüğü ölçüler çerçevesinde uzlaştıramayan ülke ve toplumlar, zikrettiğimiz alanlarda çok ciddi sorunlar yaşamaktadırlar.

Bizce bu yaşanan sorunların kaynağı, din ve onun mesajları değildir. Sorun, dini ve dinin mesajlarını okuyuş ve anlayış yöntemimizdir. Müslüman alimlerin zihinsel inşalarında oldukça etkili olan İslam’ın tarihi tatbikatı ve geçmişi oluşturan paradigmalar, çağdaş sorunları çözebilmede çok önemli bir engel oluşturmaktadırlar. Bu nedenle rivayetleri, ihtiva ettikleri asıl/esâsî anlamlarıyla değil, semantik olarak bizim kültürümüzü, tarihimizi, etkisinde olduğumuz paradigmayı yansıtan anlamlar ile okuyup anlıyoruz. Böylece, din ve onunla ilgili rivayetler bize kendilerine ait olan anlamları ifade edememekte, biz; bize ait olan anlamlar ile onları anlamaktayız.[1]

Hadis külliyatlarında tahriç edildikleri “kitap” ve “bab” başlıkları ve ihtiva ettikleri anlamlar itibariyle de tamamen biat konusuna ait olan rivayetler, asıl anlamları yapılan bu tarihi olaylardaki Rasûlullah’ın davranışını tespitten ibaret iken, İslam Dini’nin kadın erkek ilişkilerini düzenleyen dini ilkelere dönüşmüştür. Kuşkusuz bu dönüşümü sağlayan bizim okuyuş tarzımızdır. Bu okuyuş tarzında rivayetler ile olan ilişkimiz, onları, kurmayı istediğimiz dünyayı oluşturacak malzemeler olarak algılamaktır. Nitekim öyle de olmuş ve bu rivayetler, Hz. Peygamber’in bireysel bir tercihi olmaktan çıkıp, bütün ümmetini bağlayan, bütün müslümanlar için her zaman ve mekanda geçerli olan bir yasağa dönüşmüştür. Bu dönüşüm, konuyla ilgili rivayetleri birlikte bir bütün olarak değerlendirdiğimiz taktirde gözden kaçmamaktadır.

Mekke’nin fethini müteakip alınan biat töreninde Ömer’in kadınlar ile tokalaştığını bildiren rivayetin, muteber hadis külliyatlarında değil de, Kurtubî’nin tefsirinde nakledilmesini, bu dönüştürme ve muhteva üzerinde değişiklik yapma yaklaşımından başka bir şeyle izah edemeyiz. Ümmü Atiyye’nin Hz. Peygamber’in Medîne’li hanımlar ile yapmış olduğu biatı anlatan rivayetinde; Ömer’in kapının dışından, kadınların da içerden ellerini uzattıklarını ifade eden rivayeti nakleden muteber kaynaklarımız, bu ellere ne olduğu konusunda hiçbir bilgi vermemişlerdir. S. Ateş’in haklı olarak yaptığı yoruma göre, bu ellerin tokalaşmış olması gerekmektedir. Ancak bu tokalaşma durumunu onaylamayan hakim paradigma, dönüştürücü etkisiyle bu elleri havada, sonuçsuz bir eylem olarak bırakmıştır.

Zekeriya Güler, bu hususi olaydan ( biatleşme olayından ) genel bir hüküm çıkarmaya engel olmadığından hareketle, Rasûlullah’ın kadınlar ile tokalaşmamasını, bütün müslümanlar için tokalaşmayı yasaklayan bir emir olarak değerlendirmiştir. “Sebebin husûsiliği hükmün umumiliğine engel değildir” prensibini dikkate alırken, bu prensipten çok daha önemli olan bir kısım ilkeler göz ardı edilmiştir. Örneğin, “haram” hükmünün verilebilmesi için kat’i delilin gerktiği ilkesi bu konuda dikkate alınmamıştır.[2]

Bu rivayetlerin hiçbir şekilde kati delil olma özelliği taşımadığı ise aşikardır. Yine, Hz. Peygamber’in; “ben bunu sevmiyorum”, “ben bunu seviyorum” gibi özel durumlarının, bütün ümmet için teşrîi bir değer taşımadığı prensibi nazara alınmamıştır. Rasûlullah’ın bir fiili işlemeyip de terk etmesi durumunu değerlendiren Şâtıbî konumuz bakımından çok önemli olan şu örnekleri vermektedir:

“ Terk; ya mutlak olur, ya da bir hale özel olur. Mutlak olarak terk edilen şeyin durumu açıktır. Bir hale özel olan terke ise Rasûlullah’ın şu olaydaki şahitliğe yanaşmamsını örnek verebiliriz: Bir zat, çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Rasûlullah’ı şahit tutmak ister. Rasûlullah ona; “Çocuklarından her biri için buna benzer şeyler verdin mi?” diye sorar. Adam; “hayır” cevabı verince şöyle buyurur: “ Benden başkasını şahit tut. Çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem.”[3]

Görüleceği üzere Hz. Peygamber, “ Ben şahit olmam” buyuruyor, ancak bu ifadeden başkalarının da şahitlik yapmasının haram olduğu sonucu çıkmamaktadır.
Şâtıbî’nin vermiş olduğu diğer bir örnek de şöyledir:
“ Caiz olan bir şeyin, yaratılış icabı hoşlanılmaması ve bu yüzden terk edilmesidir. Mesela, Rasûlullah keler yemeye yanaşmamış ve “haram mıdır?” diye soruluncu da; “ hayır”, ancak benim memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi içim çekmiyor”, demiştir. Bu mübah olan bir şeyin cibilli bir özellikten dolayı terk edilmesidir. O şeyin işlenmesinde her hangi bir sakınca yoktur.”[4]

Hz. Peygamber, insanların içinde bulundukları koşulları, kültürel ve coğrafi şartları dikkate almıştır. Onları zorlayacak şeylerden şiddetle kaçınmıştır. Çünkü, Allah bu dini insanlara zorluk olsun diye indirmediği gibi, Rasûlü’nü de insanlara zorluk çıkarsın diye göndermemiştir. Aksine Hz. Peygamber ümmetine sürekli; “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın” diye tenbihte bulunmuştur.

“ Ben kadınlar ile tokalaşmıyorum” sözü ile ümmetinin/tüm müslümanların da tokalaşmalarını yasaklamak istemiş olsa idi, böyle bir üslup kullanmazdı. Nitekim yasaklamış olduğu şeyler için böyle bir üslup kullanmamıştır. Biat aldığı ortamda, ümmetinin en kalabalık olduğu durumlarından birinde, topluca yasağı duyurma imkanının olduğu bir ortamda açıkça; “ Ümmetimin erkeklerine, kendilerine nikahı düşen hanımlar ile tokalaşmak helal değildir” buyurması gerekirdi. Böyle kesin bir yasaklama getirmediği gibi, kendisine vekaleten hanımlar ile tokalaşan Ömer’e de mani’ olmamıştır. Tam tersine, izin vermiştir. Ömer’e haram olmayan tokalaşmanın bugünün müslümanlarına haram olması ise kabul edilemez. Burada şöyle denilebilir: Ömer’in tokalaşması biat ile ilgilidir. Günümüzde ise tokalaşma selamlaşmanın bir gereğidir. İkisi bir değildir.

Dolayısıyla Ömer’in tokalaşması, bugünkü selamlaşma anlamındaki tokalaşmaya kıyas edilemez. Böyle bir yaklaşımın, aynı zamanda, tokalaşmanın haramlığı için de geçerli olduğunu söylememiz gerekir. Bu durumda da, biat konusundan selamlaşma anlamındaki tokalaşmayı yasaklama vardır. Kaldı ki, kadınlar ile tokalaşma hangi amaç ile olursa olsun, dinin her hangi bir nassı ile yasaklanmamıştır. Bu şekilde bir itirazın bizim tezimizi çürütmeyeceği açıktır.

Sonuç olarak, aktarmış olduğumuz rivayetler ve benzerlerini delil kabul ederek, kadın erkek tokalaşması İslam Dini’ne göre “haramdır” demek mümkün değildir. Kadın ile erkeğin tokalaşmasını haram olarak ispat etmek için bu delillerin dışında başka kati deliller bulunması gerekir. Ancak, bir müslüman bireysel bir tercih olarak; “ Ben, Hz. Peygamber’in biat konusunda bile olsa kadınlar ile tokalaşmamasını kendim için örnek kabul edip tokalaşmıyorum” derse, buna kimse bir şey diyemez. Fakat, kadınlar ile tokalaşanların haram işlediğini söylemek veya onları Rasûlullah’ın yapmadığı bir şeyi yapıyor olarak suçlamaya gelince, bunun kabul edilebilir bir tavır olmadığını da söylememiz gerekir.

[1] Bu tür bir anlayışın Hermenitik kuramları için bkz: William Outwaite, Hans George Gadamer, Çağdaş Temel Kuramlar adlı eserin içinde, ( Terc: Ahmet Demirhan ), Ankara, 1997, s. 33-56.
[2] Bu konuda bkz: Muhammed Ebû Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, ( Terc: Abdulkadir Şener ), Ankara, tsz., s. 42-43; Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, ( Terc: İ. Kafi Dönmez ), Ankara, 1990, s. 215-16.
[3] Şâtıbî, Ebû İshak, el-Muvâfakât, ( Terc: Mehmet Erdoğan ), İstanbul, 1993, IV, 56. Geçen rivayetler için de bkz: Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 9.
[4] Şâtıbî, a.g.e., IV, 56-57.

Published in: on Mayıs 19, 2007 at 8:21 pm  Yorum Yapın  

Erbakana Ölümmü!(Atilla Özdür Vakit)

Erbakan’a ölüm mü?

Erbakan modeli, Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan’ın şahsında belirginleşen bir zihniyettir, bir politik iktisat tercihi ve bir yönetim biçimidir…

Bu tarz-ı siyaset ve tatbikat şemasının değil pratikte hayat bulmasını, tasavvur safhasında rüşeymine dahi, karşıtlarınca tahammül edilemez…
Günümüzün hayhuylu kepazeliğinin kökeninde olduğu kadar hedefinde de, bu kanlı azgınlık kök salmıştır…
Dinsiz feylesof Bernard Russell’in anlattığına bakılırsa, Afrika’daki devletlerden birisi, Belçika Kralı’nın kendi şahsi mülküdür. Kral hazretleri olarak medeni beyaz adam, Katolik kilisesinin desteğiyle bu kendi mülkünde uyguladığı sistematik katliam sonunda Kongo’nun nüfusunu onbeş yılda yirmi milyondan dokuz milyona indirmiştir…

Kongo’nun Atatürk’ü Lumumba’nın tek dişi kalmış bu medeniyet canavarına karşı yürüttüğü bağımsızlık ve istiklal direnişinin sonunda devletin sahibi Belçika kralı, tası tarağını toplayıp gasbettiği topraklardan kaçıp gidince, Lumumba’nın millet meclisinde sergilediği sevinç dansının eşliğinde Kongo halkı da sanmış ki,
Beladan kurtulduk artık…

Afrika’nın doğal kaynaklarıyla semiren Avrupa’nın medeni beyazı Belçikalıya, o güne dek sahip olduğu zenginlikten kopmak ağır gelir. Bu durumda medeni beyaz, siyah adamın kanını içmeğe devam yollarını aramaya kalkıştığında, içeriden kendisine yardımcı olarak, Kongo’nun yerli siyahı Çombe’yi bulur…
Huzur arayan bağımsız Kongo’da medeni beyaz’ın çıkardığı iç harp sonucu Lumumba diskalifiye edilir ve hain Moiz Çombe’nin desteğiyle Avrupalı, Afrika’daki yamyamlığına yeni baştan koyulur…

Osmanlı Müslümanının kan ve iliğinin beyaz Avrupa haçlısının servetine katılması, Baltalimanı anlaşmasıyla başlar ve Muharrem Kararnamesi’ni takiben Duyun-u Umumiye ile emperyal sürecinde zirvesine ulaşır…
Lumumba’ya model Mustafa Kemal ile birlikte 9 Eylül’de erişilen İzmir’in gavurluğuna milletçe son verme zaferini takiben ülkemizde kapitülasyonların sökülüp atılmasına başlanır…
Ne var ki Cumhuriyet kadroları, bu başarının kendini yeniden üretebilmesinde kısır kalır… Halka, Duyun-u Umumiye ve İstiklal Savaşı’nın getirdiği yıkım ve yoksulluğa karşı dayanma gücü imanı verilemez… Aksine, koca olsun da bu gece olsun hayaline sürüklenen halkın sırtından devşirilen artık değerler, erken Cumhuriyet’in birinci nesil aferist çevresince paylaşılır…
Bayar Menderes demokrasisi de halka, yoksulluğa karşı haysiyetli dayanma gücü aşılamakta yetersiz kaldı. Amerika’dan gönderilen yardım fonlarıyla halkı zıvanadan çıkarılan Türkiye, borçlanarak kalkınma kapanına kıstırılışının miladını başlattı…
27 Mayıs, Oyak’ın kuruluşu, kalkınma adına montaj sanayii hangarlarının peşi peşine sıralanmasıyla, borçlanamaz duruma getirilişimizin yol açtığı anarşik hareketleri önleme adına girişilen 12 Mart darbesi falan filan derken, gelişme yolundaki Türkiye’nin iktisaden gavurlaştırılmasına karşı Necmettin Erbakan’ın şahsında Milli Görüş manifestosu ilan edilir…
Sömürge ekonomisine paydos…
Sömürge ekonomisine çekilen bu paydos’a karşı kontra paydos harekatının kod adı da, 28 Şubat…
Bundan sonra, sen sağ ben selamet devri açılır ve devlet millet malı kapanın elinde kalır…

Moiz Çombe’lerin Belçika Kralı Leopold II’nin günümüzün Türkiye izdüşümündeki ardıllarının giriştikleri karıştırma, kışkırtma çalışmaları, Türkiye’nin Milli Görüş’le girdiği toparlanma sürecine ket vurunca, meydan yerli yabancı ortaklıkların yamyamlığına açılıyor…
Topraklarımız da dahil, Atatürk’ün kanını kuruturcasına girişilen ‘iktisadi ve beşeri sermayede gavurlaştırma’ hareketi hız kazanıyor… İhracatta ithalatın değer olarak payı artıyor… Atatürk’ün kapıdan kovduğu kapitülasyonlar, özellikle de üretim dışı alanlarda olmak üzere bacadan içeri huruç ediyor…

Milli Görüş ve Erbakan’ı ipe götüren esas örtülü gerekçe, ‘Atatürk’ün sağ olması durumunda Milli Görüş’çü olacağının’ manifestoda yer alması…

Çocukluğumun kitapçı vitrinlerinde seyrine doyamadığım pardayanlar serisinden bir kitabın adı yanılmıyorsam, Pardayan’a karşı Fausto idi.
Bu seriyi günümüze uyarladığımızda, Pardayan kim Fausto kim sorusuna takılırsak, hiç şüphesiz kafayı yeriz… Zira yer gök Çombe kaynıyor… Beyaz adam da zenci Türklerin kanını emerek etine de yamyamcasına diş geçiriyor…
Ortalıkta vuranlardan kıranlardan geçilemiyor. Vuranlar, Erbakan sanarak vurduklarının da aslında, kendileri gibi, Milton Freidman ekolünden has kardeşleri olduğu gerçeğinden habersiz, körü körüne döğüşüyorlar…
Bakmayın siz Maliye Bakanı’nın Halkbank’ı rekor fiyatla pazarlama başarısını yakaladığına yönelik böbürlenme söylemlerine… Dua etsinler, Atatürk ölmüş…

Makine üreticileri ile calgon’cular emek ve sermaye misali, çıkarları çelişkili iki karşıt sektörde yer alıyorlar. Bir taraf ister ki, çamaşır makinaları üç beş senede bir yenileştirilsin… Karşı taraf da makinanın ömrünü ikiye üçe katladığını ileri sürdüğü, calgon’u kendi çıkarıyla çelişkili makinacının tavsiyesiyle pazarlamaya çalışır.

Cumhuriyet mitingleri, pazarlama teknikleri, metalaştırılmış tesettür pazarında bir örtü alana ikincisi tek 1 liraya, dinli-dinsiz kapitalizmin gölgesinde,
İyi uykular…

ATİLLA ÖZDÜR’ÜN VAKİT’TEKİ YAZISI

Published in: on Mayıs 13, 2007 at 10:01 am  Yorum Yapın  

Abdulvahap Kara(Ali Emiri Efendi Ve Divan-i Lügat-it Türk)

Divan-i Lugat-it Türk’ü Bulan Ali Emiri Efendi, Ziya Gökalp ve Talat Paşa

Büyük dil bilgini Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lugat-it Türk isimli muazzam eseri, 1910’a kadar adı bilinen, fakat kendisi meçhul bir eserdi. Diğer bir deyişle, o zamana değin, eserin sadece adı vardı, fakat kendisi ortada yoktu. Eser, bugün bütün dünyada biliniyor, hakkında kitap, makale yazılıyor ve üzerinde tartışmalar yapılıyorsa, bunu büyük kitap aşığı, ilim ve kültür sevdalısı Ali Emiri Efendi’ye borçluyuz. Ali Emiri Efendi, Abbasi Halifesine sunulmak üzere Bağdat’ta 1072-1074 yıllarında   Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan bu muhteşem eseri, sahaflarda Divan-ı Lugat-it Türk olduğu bilinmeden satılırken, fark etmiş ve satın alarak Türk kültür hayatına kazandırmıştır. Bu sebeple, Ali Emiri Efendi’nin isminin, eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud ile birlikte anılmayı her zaman hak ettiğine şüphe yoktur.

Bundan dolayı, Divan-ı Lugat it Türk ile ilgili toplantılarda kendisinden bahsetmenin bir vefa borcu olduğu muhakkaktır. Aslında, Ali Emiri’nin kitabı buluşu ve daha sonra yayınlatışı romanlara konu olacak güzellikte ve kültürün, kitabın önemini somut bir biçimde vurgulayacak olgulara haizdir. Ziya Gökalp ve Talat Paşa’nın kitabın yayınlanmasına yaptıkları tiyatral katkı ise çok ilginçtir. Ayrıca Ali Emiri Efendi’nin hayatı, kitaba verilen değerin ve kitap okumaya ayrılan zamanların bir hayli azaldığı günümüzde, sadece gençlere değil, hepimize kitap sevgisi konusunda, örnek teşkil edebilecek ögelere haizdir.

Bu yazıyı hazırlamada, büyük ölçüde Dr. Muhtar Tevfikoğlu’nun Ali Emiri Efendi isimli eserinden faydalandık. Tevfikoğlu, Ali Emiri Efendi hakkında çeşitli kaynaklardaki bilgileri toplayarak büyük bir hizmeti ifa etmiştir.

Ali Emiri Efendi’nin çocukluğu

1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendi, daha küçüklüğünden itibaren okumaya ve araştırmaya meraklıydı. Sekiz on yaşlarında, eski yapılar üzerindeki yazıları okuyup anlamaya çalışıyordu. Ayrıca şiiri de seviyordu. Güçlü bir hafızaya da sahip olan Ali Emiri, dokuz yaşındayken, beş yüzden fazla şairin şiirlerinin yer aldığı Nevadir’ül Asar isimli eserdeki dört bin beyiti ezberlemişti bile. Gençliğinde hat sanatıyla da meşgul olan Ali Emiri bu konuda oldukça başarılı sayılır. Çünkü, yazdığı bazı levhalar Diyarbakır’da camilere asılmıştı.

Hastalık derecesinde kitap okuma sevgisi

Görüldüğü gibi, Ali Emiri çok yönlü bir şahsiyete sahipti. Fakat, kitap okuma merakı her şeyin üstündeydi. Durmadan ve büyük bir iştahla devamlı surette kitap okuyordu. Bundan dolayı daha gençlik yıllarında Doğu Edebiyatı’na ait bir çok kitabı okuyup ezberlemişti. Bu yıllarını kendisi şöyle anlatıyor: “Eğlenmeye merakım yok idi. Üstadımızla gezintiye gittiğimizde, çocuklarla oyun oynarken, ben bir tarafa çekilir kitap okurdum.”

Ali Emiri, özellikle, tarih kitaplarını okumayı çok seviyordu. Bu sevgi o kadar büyüktü ki, bazen uykusunu bile bu uğurda feda ediyordu. Geceleri kitabı okurken, çoğu zaman sabahı ettiğinin farkına bile varmazdı. Uyuduğu zaman da yanındakileri uyutmazdı. Çünkü, uykudan önce okuduğu kitapları, uykusunda yüksekle sesle tekrar ederdi. Okumaları o dereceye vardı ki, vücudu zayıf düşüp hasta oldu. Doktorların kitap okumayı bırakıp gezmeye çıkma tavsiyesini de yerine getiremedi.

Kitap okuma merakı babasının ticari işlerine de zarar verdi. Babası Ali Emiri’yi onbeş yaşındayken, onu çarşıda bir dükkan açarak ticarete hazırlamak istedi. Fakat Ali’nin aklı parada pulda değil, kitaplardaydı. Dükkan içinde de kitap okumasını sürdürdü. Dükkana bir müşteri girdiğinde, “Mal orada. Fiyatı da şudur. Alacaksanız indireyim, yoksa beni boş yere meşgul etmeyin” diye sesleniyordu. Bunun üzerine müşteri de mal almadan gidiyordu. Babası oğlunun ticarete faydadan ziyade zarar verdiğini görünce, onu dükkandan uzaklaştırmak zorunda kaldı.

Ali Emiri kitap okumakla kalmadı, kendisi de kitap yazdı. İlk eseri eski metinler ve mezar kitabelerinden yararlanarak yazdığı Diyarbakırlı Şairler Tezkeresi’dir. Daha sonra bunu başka bir çok eseri takip etti.

Çalışma hayatı memuriyette geçti. Katip ve defterdar olarak Diyarbakır, Selanik, Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam, Elazığı, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen’de otuz yıl kadar memuriyet görevinde bulundu. Çok sevdiği kitaplarla daha çok meşgul olabilmek için 1908’de kendi arzusuyla emekli oldu.

Ali Emiri, kitap okumanın yanısıra, kitap toplamaya da aşırı derecede tutkundu. Tarih, edebiyat, biyografi ve bibliyografi sahalarındaki kıymetli kitap ve vesikaları satın almadan duramıyordu. Araştırma heyecanıyla uzak yakın demeden kitap, kitabe ve vesika peşinde koşmaktan büyük bir zevk alıyordu. Hatta onun bazı kitapları elde etmek için uzak diyarlara kendi imkanlarıyla gittiği veya tayinini çıkarttığı da oluyordu. Buralarda bulduğu kıymetli eserleri mümkünse, dişinden tırnağından arttırdığı paralarıyla satın alıyor, mümkün değilse, geceyi gündüze katarak istinsah ediyordu. Bu derecede aşırı kitap merakı yüzünden Ali Emiri evlenip çoluk çocuk sahibi de olamadı.

Emekliye ayrıldıktan sonra Ali Emiri, kalan hayatını İstanbul’da kitapları arasında geçirdi. Akşamları Divanyolu’ndaki Diyarbakır Kıraathanesine gidiyor, dostları ile sohpet ediyordu. Onun bu sohpetlerini Dr. Muhtar Tevfikoğlu şöyle anlatıyor: “Dostları dediğim, öğrencileri, daha doğrusu öğrenci hüviyetine bürünmüş arkadaşları. Ama nasıl öğrenciler? Her biri kendi sahasında tanınmış ilim ve fikir adamı, eser sahibi, kalem erbabları. Sohpet dediğim de bir nevi ders. O yaşlı başlı, kelli felli adamlar öğrenme heyecanı içinde, Emiri’nin etrafını sarmışlar, durmadan bir şeyler soruyorlar. Bazı ilmi meselelerde tereddütlerini gideriyorlar. Bilmedikleri kaynakları öğreniyorlar. Yeni mehazlar elde ediyorlar. Kısacası ondan bir anlamda ders alıyorlardı.”


Divan-ı Lugat it Türk’ü Bulması

Ali Emiri Efendi sahaf Burhan’dan 33 liraya satın aldı. Ancak, Ne sahafın ve ne de eseri satanın onun Divan-ı Lugat it Türk olduğundan haberleri yoktu. Eğer bunun farkına varmış olsalardı, çok daha büyük meblağlara satacakları kesindi. Daha kötüsü, bu eser kitap avcılarının eline geçmiş olsaydı, anında yurt dışına kaçırıp karşılığında bir servet elde etmeleri mümkündü.

Ali Emiri Efendi böyle bir esere malik olduğu için tarif edilemez bir mutluluk içindeydi. Çünkü, bu kitap Osmanlı ulemasının asırlardır peşinde koştuğu “Divan-ı lügat-it Türk”ün ta kendisiydi. Dünyada bir başka nüshası yoktu.

Ali Emiri Efendi kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum… Bu kitabı, sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.”

Büyük bir coşku içinde olana Ali Emiri Efendi kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emiri Efendi’nin Divan-ı Lugat it Türk bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı; Kitabı sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu.

Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emiri Efendi bunun tesipitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu. Sonunda belli olmuştu eser tamdı. Kilisli Rıfat Efendi karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Ali Emiri Efendi bu hizmeti karşılığında, Kilisli Rıfat Efendi’ye bir evini hediye etmek istediyse de kabul ettiremedi. Kilisli Rıfat Efendi, eğer illa kendisine bir mükafat verecekse, kitabı yayınlamasının yeterli olacağını söyledi.


Divan-ı Lugat it Türk’ün neşri

Ancak Ali Emiri Efendi kitabı hemen yayınlatmak istemedi. Ali Emiri Efendi bunun için biraz taltif ve takdir bekliyordu. Bu da ona çok görülmemelidir. Zaten atalarımız, marifet iltifata tabidir diye boşuna dememişlerdir. Aşağıda görüleceği gibi, Ali Emiri Efendi dünyalık ve maddi menfaatleri aşmış bir kimsedir. İsteği sadece çevresinden takdir ve saygıdır. Bunu da fazlasıyla hak etmektedir.

Kitabın neşrini en çok da Ziya Gökalp istiyordu. Kilisli Rıfat Efendi’ye şunları söyleyip duruyordu: “Rıfat ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Şu kadar var ki, cezmettim bu kitabı hem almalı, hem neşretmeliyiz. Bu hazinenin anahtarları senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağınımız olsun. Haydi bana çaresini söyle!”

Gerçekten de Kilisli Rıfat Efendi çareyi biliyordu. Çare, Sadrazam Talat Paşa’nın devreye girip Ali Emiri Efendi’den kitabı neşretmesini rica etmesiydi. Ama nasıl olacaktı? Talat Paşa, bunun için Ali Emiri Efendi’yi Babıali’ye çağırsa olmazdı veya Ali Emiri Efendi’nin evine gitse yine olmazdı. Bunun için yalnızca bir yol vardı. Ali Emiri Efendi’nin çok yakın dostu ve sık sık görüştüğü Adliye Nazırı İbrahim Bey’in evine yemeğe çağrılması ve yemekler yendikten sonra Talat Paşa’nın arkadaşlarıyla tesadüfen İbrahim Bey’in evine ziyarete gelmesi ve orada Ali Emiri Efendi’ye iltifatlar ettikten sonra, kitabın basımına izin vermesini rica etmesiydi. Ancak, böyle bir şeyi Sadrazam Talat Paşa kabul eder miydi? Ziya Gökalp, İttihat ve Terrakki’nin merkez azasından yakın dostu Talat Paşa’yı buna ikna edebileceğini söyledi.

Böylece, plan tatbik edildi. Tanıştırma esnasında ev sahibinden Emiri adını duyunca, misafirler, başta Talat Paşa olmak üzere, birden ayağa kalktılar, ilk önce Talat Paşa Emiri’ye doğru yürüyerek yanına geldi ve “Hay üstadı muhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbi şeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz” dedi. Elini tekrar tekrar öptü. Sonra ötekiler de aynısını yaptılar. Ali Emiri Efendi bu sahneyi daha sonra dostlarına anlatırken “ben o gece belki 33 kere estağfrullah çektim. Ben istiğfar ettikçe, onların aşkı artıyor, elimi eteğimi öpmek istiyorlardı. Bu merasimden sonra, hiçbirisi oturmadı. Ayak üstünde durarak el bağladılar. Durdular. Adeta kendimi Kanuni Sultan Süleyman zannediyor, hem de onların bu edibane vaziyetlerinden sıkılıyor, “rica ederim, istirahat buyurun” diyordum Nihayet oturdular. Benden müsaade alarak tarihe, edebiyata dair bir şeyler sordular. Ben de anlattım. Teşekürlerin bini bir para…” diyordu.

Bundan sonra, Talat Paşa Divan-ı Lugat it Türk hakkında bilgi rica etti. Ali Emiri Efendi malumat verdikten sonra Talat Paşa ayağa kalkarak bu muhteşem eserin yayınlanmasına izin vermesini istedi. Ali Emiri Efendi şartlı olarak kabul etti. Ali Emiri Efendi öne sürdüğü şarta göre, kitabı yayına Kilisli Rıfat Efendi hazırlayacaktı. Talat Paşa onun şartını memnuniyetle kabul etti ve ayrıca kendisine yüksek bir memuriyet teklif etti. Ancak, Ali Emiri Efendi reddetti.


Divan-ı Lugat it Türk Sadakası

Kitabın neşir çalışmaları başlar başlamaz, Talat Paşa Ali Emiri Efendi’ye 300 lira hediye gönderdi. Ali Emiri Efendi bu hediyeyi kabul etmeyerek şunları söyledi: “Lütfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim. Fakat parayı kabul edemem. Çünkü, kabul edersem, vatani, milli bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir. Bundan dolayı, size teşekkür ile beraber parayı da iade ediyorum. Siz parayı muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız, ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hakk da memnun olur. Bu sadakanın adı da Divan-ı Lugat it Türk sadakası olsun.”

Kilisli Rıfat Efendi’nin kitaba gösterdiği muazzam özen

Kilisli Rıfat Efendi kitabı yayına almak için aldı. Almasına aldı, ama kitabı koyacak bir yer bulamadı. Kitabı kaybetmekten müthiş endişe duyuyor, emniyetli yer bulmak için çırpınıyordu. Önce umumi kütüphaneye götürdü. Müdür şiddetle itiraz etti: “Yüzlerce okuyucu gelip gidiyor. Biri alıp giderse ben ne yaparım, alamam” dedi. Bunun üzerine Vefa Okulu’na götürdü. Okulun demir kasası vardı. Müdür Akif Bey “aman aman” diyerek mesuliyeti kabul etmek istemedi. Oradan Maarif muhasebecisine gitti. Muhasebeci Sıtkı Bey de demir kasasına koymayı kabul etmedi. Matbaa-i Amire’nin kasasına koymak istedi. Müdür Hamit Bey, “Ne söylüyorsun. Bizim matbaa ahşaptır. Bir yangın olur da, kitap yanarsa beni astıracak mısın? Kabul etmem, ne yaparsan yap” dedi.

Sonunda Kilisli Rıfat Efendi’nin eseri bir çanta içinde evde saklamaktan başka çaresi kalmadı. Duvara koca bir çivi çakarak oraya astı. Çocuklarını devamlı surette karşısında nöbete dikti. Yangın halinde, önce bu çantanın kurtarılmasını istedi. Geceleri ise çantayı yastığının altına koyarak yattı. Bir buçuk yılda kitabın basımı tamamlandı.

Kilisli Rıfat Efendi’nin kitabın elyazmasından matbaa için hazırladığı defterler, günümüze ulaşmıştır. Millet Kütüphanesi’nin emekli müdürlerinden ve kendisiyle evinde görüştüğümüz Mehmet Serhan Tayşi, bu defterlerin iki cilt halinde ciltlenmiş bir biçimde Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi’nde gördüğünü söylemektedir. Onun fikrine göre, Matbaa-i Amire’nin o dönemdeki bu defterlerin tarihi öneme sahip olduğunun bilincindeki sorumluları ciltleyerek kütüphaneye teslim etmiş olmalıdırlar. Böylece, büyük bir duyarlılık örneği sergilemişlerdir.

Divan-ı Lugat it Türk için en veciz değerlendirmelerden birini yine Ali Emiri Efendi yapmıştır: “Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak.” Bir başka sözünde ise, “Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bundan sonra da yazılamaz. Bu kitaba hakiki kıymeti verilmek lazım gelse, cihanın hazineleri kafi gelmez.” demektedir.

Ali Emiri Efendi kitaplarını milletine bağışlıyor

Ali Emiri bütün hayatı boyunca büyük fedakarlıklarla topladığı çok kıymetli el yazması kitap ve vesikaları karşılıksız olarak milletine armağan etmiştir. Bunun için Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesi’ni kütüphaneye çevirtmiş ve kitaplarını buraya bağışlamıştır. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi adını verilmesini reddetmiş ve kütüphanenin adının “Millet Kütüphanesi” olmasını istemiştir. Bu, onun milletine hizmet aşkının en somut bir göstergesidir.

Bugün bile yüzlerce kişinin her gün ziyaret ettiği bu kütüphaneyi Ali Emiri 4.500’ü el yazması, 12 bin kadarı matbu toplam 16.500 kadar kitabı bağışlayarak kurmuştur. Bu kitaplar arasında çok kıymetli kitap ve vesikalar mevcuttur. Divan-ı Lugat-it Türk de onlardan biridir. Zamanında Macar İlimler Akademisi Divan-ı Lugat it Türk’ü satın almak için 10 bin altın teklif ettiğinde, Ali Emiri Efendi hiç tereddüt etmeden reddetmiş ve şu cevabı vermişti: “Ben kitaplarımı milletim için topladım. Dünyanın bütün altınlarını önüme koysalar, değil böyle bir kitabı, herhangi bir kitabımın tek bir sayfasını dahi satmam.”

Buna benzer ve hatta daha cazip başka bir satın alma teklifi de Fransa’dan geldi. Fransızlar Ali Emiri Efendi’ye tüm kitapları için 30 bin altın ve ayrıca onun adına Paris’te bir kütüphane, yüksek maaş, kendisine özel hizmetkarlar teklif ettiler. Ali Emiri Efendi bunu da şiddetle reddetti.

Milletinin kültür mirasının korunmasında böylesine çok büyük hassasiyetler gösteren, her türlü maddi menfaatleri hiç düşünmeden elinin tersiyle iten Ali Emiri Efendi, üç gün süren bir hastalıktan sonra, 23 Ocak 1924’te Fransız hastahanesinde vefat etti. Mezarı, Fatih türbesi avlusundadır. Kendisini Kaşgarlı Mahmud’un doğumunun 1000. yılı vesilesiyle rahmetle anıyoruz. Mekanı cennet olsun! Milletine karşılıksız hizmet eden Ali Emiri Efendi’yi de milletinin sonsuza dek unutmayacağı muhakkaktır.

Abdûlvâhap KARA
Kaynak: http://www.haberakademi.com/default.asp?inc=makaleoku&hid=2086

Published in: on Mayıs 3, 2007 at 9:15 pm  Yorum Yapın  

Savaş Şakar(Taşa Şekil Veren Adam)

Taşa Şekil Veren Adam

Published Nisan 10th, 2007 in Enteresan

Taşla, sanatla uğraşan şimdiki gençlerimizi bilirsiniz. Mermeri bulunca ya heykele çevirirler ya da kendinden geçirirler. Onlara sorsanız dışa vurumcu bir çizgidedirler belki ama, dedelerimiz taşı dikmeye bakar, ya han yaparlar ya da hamama göz kırparlar. Heykelin soğuk yüzüne bir türlü ısınamayan ecdad, bunun için hat, tezhip ve ebrunun yanında mimariye de büyük önem verir. İmparatorluğun önemli isimlerinin, “Be, bi, bü” diyerek başlayan tahsil hayatlarında ne olacakları konusundaki karar mercii diploma notları değil, yıllarca kendilerini takip eden hocaları ve yetenekleridir. Kimsede sonuçtan rahatsız olmaz, bilgisayar okumak isteyen adam muhasebeyle uğraşmaz. Sinan da bunlardan biridir işte. Kayseri’de akranları çelik çomak oynarken; o, taşlarla hayal kurar, üst üste dizdiği irili ufaklı parçacıklarla kısa donlulara hava atar.
Devşirme sistemini bilen bilir, Osmanlı gözüne kestirdiği vatan evlatlarını kürkünün içine alır, Laz, Kürt, Rum, Ermeni demez eğitir, yetiştirir, gözetir, kollar. Ailelerinden koparmaz vatana, millete hayırlı insan olmaları için çırpınır. Ama devşirme sistemi içerisinde kendi vatandaşlarını da unutmaz. Sinan da unutulmayanlardan biridir. Kahramanımız, taşlarla oynarken, ağır abilerin dikkati o cihete kayar ve ailesiyle yapılan görüşmelerden sonra sırtını sıvazlayıp Dersaadet’e gönderirler. Eğitim-öğretim hayatı, tam da kanının deli gibi çağladığı dönemlere denk geldiği için kendini ilk önce asker ocağında bulur, orduyla Çaldıran ovalarından Mısır seferine kadar at sürer. Gittiği her yerde amaç önce düşmanı haklamaktır ama, Sinan boş vakitlerinde ayakta kalan yapıları inceler geçtiği köprüleri not eder. Gel zaman git zaman Sinan’ın içindeki Sinan, mimariye göz kırpamaya başlar. Hele bir sefer sırasında ordu Van Gölü etrafında sıkışınca “Fırsat bu fırsat” der, orduyu karşıya geçirebileceğini sesli düşünür, yemi orta yere atar. İstişare heyeti toplanır, karar verilir. Teklif, Sinan’ın ellerinden öper. Kısa zaman sonra bir de ne görsünler; Van Gölü’nün üzerinde ufak bir donanma bulurlar.

Sinan dikkatleri çekmiş, Kanuni de adını bir tarafa not etmiştir. Derken, sıra Karabuğdan seferine gelir. Ordu bu sefer Prut nehri civarında kala kalmıştır. Ordu-yu Hûmayun’un onlarca mimarı, binlerce askeri karşı kıyıya geçirmek için çabalar ama olmaz. İçerideki Sinan tekrar baş gösterir ve dışarıdakini tekrar Sadrazam’ın huzuruna ittirir. Sadrazamımız, “De get tüysüz” diyecektir ama “Dur bakalım, hele bir denesin” der. İzin kopartıldıktan sonra -çok değil 12-13 gün- bir de bakarlarki kuğu gibi bir köprü “Hadi” diye bağırır. Kanuni Sultan Süleyman ise daha önce not ettiği Tüysüz Sinan’ı huzuruna çağırır ve yeni unvanını söyler: “Reis-i Mimaran-i Dergâh-ı Âli” yani Mimarbaşı.
Sinan artık Mimar Sinan’dır. Vakti zamanında taşla konuşurken, şimdi hasbihal etmektedir. Ülkeyi bir uçtan bir uca eserleriyle donatırken, yaptığı eserler hanesine 477 tane şaheser sıkıştırırki, en göze batanlarından Süleymaniye kalfalık eseridir. Hıristiyan dünyasının övünmekle bitiremediği Ayasofya’dan daha yüksek ve kubbesi daha geniş Selimiye’yi de taşa oturtur ve Ayasofya’ya fark atar. Yaptıklarıyla yükselmektedir Mimar Sinan. Bilhassa, yaptığı camiler özellikleriyle parmak ısırtır. Eserlerinin yapılmış olması değil, asırlara meydan okuması hayallerini süsler. Düşlediği gibi de olur.
Duymuşsunuzdur, Süleymaniye Camii’nin 1950′li yıllarda Haliç’e doğru kaydığı tespit edilir. Bunun için taa Japonya’dan uzmanlar gelirler, gerekli çalışmalar yapılır ve tam 18 noktaya destek yapılmasına karar verirler. Başlarlar kazmaya ama ne görsünler toprak altında zaten bir tane destek vardır. İkinci noktaya vururlar kazmayı bir destek de oradan çıkar.

Üç-dört-beş derken tam 19 tane destek görürler ve gözlerine inanamazlar. Mimarımız, “Bu da benden olsun” diye yapmamıştır herhalde ama, çekik gözlü dostlarımızı fena faka bastırır. Hele Selimiye için yaptıkları insana küçük dilini yutturur lakin, işin dini boyutu olduğu için her yerde yazılmaz. Bir de akustik konusu vardırki, inceden anlatılsa bir kütüphane dolusu seri ortaya çıkar. Mihrap önündeki konuşmalar avluya taşar. Bu arada denizin ortasına karayla bağlantısı olmayan tek camiyi yine Sinan yapar. Neresi derseniz, Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’dir, artık en büyük özelliğinin esamesi okunmaz.
Bir ara ortalardan kaybolan nam-ı diğer  Koca Sinan’a Kanuni fena bozulur. Süleymaniye’nin temelleri atıldıktan sonra Sinan’ı gören olmaz. İki sene sonra çıkıp geldiğinde soluğu doğrudan sarayda alır. “Sultanım” der, “Biliyorum bana çok kızgınsınız. Temelleri atalı iki yıl geçti ama artık tamam oldu. Temel iki tane kışı devirdi, iki tane yaz geçti. Taş kendine geldi. Şimdi inşaata başlayabiliriz.”
Süleymaniye’nin açılış arefesidir. Kalabalık bir topluluk külliyeyi incelerken, tiz bir çocuk sesi “Bu minare yamuk” diye çığırır. Mimar Sinan’ın da bakışları herkes gibi çocuğa kayar. İşaret eder, yanına çağırır, “İyiki gösterdin” der. Koca minareye halatları attırır, “Çekin” der. Çocuk ne zaman okey verir, o zaman ameleler, ırgatlar rahat bir nefes alır. Her ne kadar kalfalık bir eser olsa da Süleymaniye’nin minaresi falan yamuk değildir. Sırf çocuğun gönlü olsun diye böyle bir iş eder ve insanlıktan da dersler verir. Mimar Sinan’ın kendi yazdığı nüshalardaki ibareler de dikkat çeker. “Mûr-u Nâtuvan” (Güçsüz Karınca) diye başlayan yazılar, “El Fakir Sinan Sermimaran-ı Hassa” imzasıyla sona erer. Biraz daha detaylılarında ise, “Sermimaran-ı hassa müstemend / Bende-i miskin kemine dermend” ( Fakir, aciz, hassa sermimaranı / dertli değersiz miskin bendeleri) diyerek mütevazilikte de zirve yapar.
İstanbul, bir dönem neredeyse sadece Sinan’ın eserleriyle göze çarpar ama, mimari katili Fransız mimar Prost’a kimse dur diyemez; yıkılan eserlerden üzerimize lanet yağar.
Mimar Sinan, inşaat mühendisliği okuyan öğrencilere ders olarak gösterilmektedir. Batılılar, hayranlıklarını gizleyemez, adını biri dünya olmak üzere iki gezegende yaşatmaya bakar, Merkür’deki bir kratere adını verirler. Koca Sinan’ı yedi düvel anlar ama sonradan görme gotiklerimiz, gotik edebiyata sığınıp gotik mimariyi savunurlar. Belki o dönem Fransızların Legion de Haneur nişanı, Osmanlı İmparatorluğu’nda beş paralık kıymet bulmaz, Sinan da göğsüne takmaz ama, o takacağını çoktan takmıştır zaten.
Devşirme dedik ya başta. İmparatorluk, Yavuz Sultan Selim zamanında Anadolu’dan da asker çıkartır. Sinan’ın dedesi neccarlık yapan Doğan Yusuf Ağa’dır. Belki de bu dehaya ilk tohumunu o atar.
1588 senesinde kendi yaptırdığı Süleymaniye Camii’deki kabrine defnolunan Mimar Sinan’ın mezar taşına ise “Geçdi bu demde cihandan pir-i mimaran Sinan ” kazınırki, ebcet hesabında vefat tarihi çıkar. İşte bugün o Mimar’ın vefat yıldönümüdür. Övünsek mi azdır yoksa kıymet bilmediğimiz için dövünsek mi?

Published in: on Mayıs 3, 2007 at 9:06 pm  Yorum Yapın