Gönlüme Göre Ev

Gönlüme Göre Ev

 

            Şenol’un içi oldukça sıkıntılıydı. Yıllardır biriktirdiği  para, istediği evi almaya yetmiyordu. Büyük borçlar altına girmeye de bir türlü cesaret edemiyordu.

 

            Oysa her evi beğenmemişler, özellikle çocuğunun bol güneş alabileceği, yakınında okul olan bir ev aramışlardı. Bu buldukları ev yeni bitmiş çok güzel görünümlü bir evdi. Evin güneşi de, okula yakınlığı da güzeldi, üstelik hemen yanı başında park inşası da vardı.

 

            Şenol’un da eşi Sedef hanımın da içi gitmişti bu ev için. Aksi gibi eş-dosttan da çoğu ya ev, ya da araba almıştı.

 

            Şenol her eve gidiş gelişte o evin olduğu caddeden geçiyor, kara sevdalı gibi eve baka baka hayallere dalıyordu.

 

            O akşam, gece nöbetine gidiyordu. hazırlanırken hanımıyla aynı şeyleri konuşmuşlar, borç isteyecek biri veya paralarının yetmeyen kısmına yardım edecek bir kaynak için boş yere kafa yormuş, üzülmüşlerdi. Yıllardır kirada süründükten sonra ilk defa ev sahibi olma sınırına yaklaşmışken, istedikleri gibi bir ev almak istiyorlardı. Fakat uzun araştırmalar sonunda beğendikleri bu eve hem güçlerinin yetmemesi, hem de para bulmaları uzadıkça ellerinden kaçırma ihtimali canlarını sıkıyordu. Eve ister istemez bir gam,kasavet çökmüştü.

 

            Şenol, kızını yanaklarından öptü ‘Hoşçakal’ dedikten sonra, hanımına fısıldadı. ‘Biraz daha dikkat edelim, çocuğa fazla yansıtıyoruz sıkıntıları’ dedikten sonra tüm sıkıntıları kendi omuzlarına almış gibi, omuzları düşük dışarı çıktı.

 

            İş servisine gitmek için için yine bir arka sokağa ve yine almayı hayal ettiği dairenin olduğu yeni bitmiş inşaata doğru yöneldi. Uzun süredir daire için pazarlık yaptığı, indirime ve paranın bir kısmını taksitle ödemeye yanaşmayan müteahhit Sinan ordaydı. kendisini görmüştü, hafifçe elini kaldırarak selam verdi. Sinan dudaklarında bir tebessüm selama eliyle karşılık verdi.

 

            Şenol içinde artan bir eziklikle hızla uzaklaştı ordan, ana caddeye çıkıp servis durağı olan büfenin yanına gidip Meteoroloji servisini beklemeye başladı.

 

            Kısa zaman sonra durağa arkadaşları da gelmeye başladı. Şenol’un yaşıtlarından Ahmet ile yeni elemanlardan Ogün peşpeşe gelmişti. Selamlaştılar. Arkadaşları Şenol’un son zamanlarda sıkıntısını biliyorlardı,  sessiz duruş nedenini sormaya gerek duymadılar. Ahmet, elini Şenol’un omzuna dokundurarak;

            -Uzun süredir ev aradığınızı biliyorum ama nasipten ötesi yok, sıkma canını. Belki böylesi hayırlıdır, belki bir yıl sonra eline para geçecek, daha iyi bir ev alacaksın.

 

            Şenol ‘Belki’ gibilerden başını salladı. Fazla konuşmaya niyetinin olmadığı belliydi. Ogün, onun da neşesini artırmak için Ahmet’le başka konulardan konuşmaya, komedi dizilerinden bahsetmeye başladı. Fakat pek faydasını göremediler.

            Servis geldi, bindiler. Ogün;

            -Şenol abi istasyona gidince her şeyi unutursun.

            Ahmet gülümseyerek,

            -Hayırdır, bütün işleri Şenol’a mı yıkacan, ‘çalışırken unutursun’ mu demek istiyorsun?

            -Yok be Şefim, güzel bir çay demlerim, bir de tavada yumurta hazırlarım, iyi de bir sohbet ortamı olursa, diye dedim.

            -Ha şöyle de. Merak etme sen çayı demlersin, yumurtayı pişirir, sofrayı hazırlar, rasatları yapar, haritaları çizer, telefonlara bakar, filolardan brifing filan isterlerse gidersin, kalan işleri de ben yaparım. Şenol’u yormayız.

             -Şefim, bu kadar yorulmasaydın istersen, bütün işleri bana yıktın.

 

            Sohbet ederek iş yerine vardılar. Nöbetten çıkan ekipten açıklamaları aldıktan sonra iş paylaşımı yaptılar. Şenol, özellikle gece saatlerinde çalışmak istiyordu. ‘Filolarda uçuş yokmuş, gece rahat olacağız. Ben gece rasatlarını da yaparım.’ dedi.

            Nöbete kendi arabasıyla gelen Abdullah’ta yarım saat kadar gecikmeyle gelmişti.

 

            ****                                                                 ****                                                                 ****           Şenol, rasat yapmaya binadan çıktıkça, geceyle ve yıldızlarla yalnız kaldıkça eski bir hüznünün içini kapladığını, nerdeyse boğazının sıkıldığını hissediyordu.

  

            Gece yarısı, Ahmet onun sıkıntılı haline dayanamadı;

            -Görende kara sevdalı sanacak ha. hadi bakalım sen içeri, rasatlara da, telefonlara da bakarım ben. Biraz dinlen, iyi gelecektir.

 

            ****                                                                 ****                                                                 ****                 Ahmet’in ısrarlarıyla bir koltuğa geçip oturdu, radyoyu açtı. Başındaki ağırlığa rağmen uyumamaya çalışıyordu ama sonunda gözleri kapandı.

 

            ****                                                                 ****                                                                 ****                 Uykusundan büyük bir gürültüyle uyandı, birisi sanki kendisini koltuğunda fırlatmaya çalışıyordu. Korkuyla ne olduğunu anlamaya çalıştı. Bağrışma sesleri geliyordu; “Deprem deprem !..”

 

            Hızla kalktı, her taraf karanlıktı ama deniz üzeri büyük bir patlamadan sonra ki son ışıldamalarda olduğu  gibi parlak görünüyordu.

 

            ****                                                                 ****                                                                 ****

            17-Ağustos-1999’da saat 3 civarı gerçekleşen depremin ilk heyacanı, ilk korkusundan sonra biraz toparlandılar. Telefonlar çalışmıyor, ailelerinden haber alamıyorlardı. İçlerinde tek bekar olan Ogün’ü istasyonda bırakıp, Abdullah’ın arabasıyla hızla şehire, Gölcük’e doğru yola çıktılar.

 

            ****                                                                 ****                                                                 ****

            Çatlamış yollar, yıkılmış binalar endişelerini artırıyordu. Şenol kendi durağında indiğinde, birbirleri için dua ederek ayrıldıklar.Herkes kendi ailesini düşünüyordu.

 

            Şenol yine aynı yolları geçerken yıkılmış binalar arasında biri dikkatini çekti, daire almak için yanıp tutuştuğu yeni inşaatı bitmiş o güzel apartman yıkılmıştı. Binanın önünde ağlayanlardan biriyle göz göze geldi, müteahhit Sinan’dı bu.

 

            Hızla yürüdü, ailesinin bulunduğu apartmana geldi, kendini dışarı atmış aileler arasında eşini,çocuğunu hemen buldu. Oturdukları bina çatlaklar dışında sapasağlam kalmış, yıkılmamıştı.

 

İçindeki büyük korkudan sonra ailesine kavuşmanın, sağ-salim görmenin etkisiyle onlara sarılıp ağlıyordu;

-Çok şükür, çok şükür. Biz bilmiyormuşuz hanım, hayırlısını Allah bilir.

Hanımı gözyaşları içinde sordu;

-Niçin böyle diyorsun?

-Eğer para bulup da o evi alsaydık, şimdi sizi kaybetmiştim. Geçerken gördüm, daire almak istediğimiz apartman tamamen yıkılmış.

 

 

Ahmet Ünal ÇAM  http://huzur.sehri.com ahmetunalcam@gmail.com

 

 

Hatırlatma: Şiir ve öykülerimi bastırmak için sponsor vb destek arıyorum.

Beğendiklerinizi tanıdığınız yayınevleri, gazeteci gibi destek imkanı olanlara göndermenize sevinirim.

 

 

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:43 pm  Yorum Yapın  

Son Bomba Yüreğime

Son Bomba Yüreğime

Amerika ve İngilterenin beraber yaptığı bombardıman, Bağdat’ın üzerine kâbus gibi çökmüştü.1998’in ramazan ayına bir gün kalmıştı.Fakat Irak halkı,oruç ayına neşeyle değil, korku, hüzün ve yoklukla giriyordu.Yıllardır zalim devlet başkanlarından çektikleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD’nin Saddam’ı bahane ederek yaptığı saldırılar,ambargonun getirdiği sefalet, halkı ölüm sınırına çoktan getirmişti.Dünyanın bir ucunda balinaları kurtarmak için trilyonlar harcanırken, burda insanları öldürmek için çok daha fazla para harcanıyordu.
* * * * * * * * * *
Yaşlı Abdullah ve ailesi de,yokluk çekenlerdendi.Sekiz yıldır süren ambargo,oğlu Hasan’ın da işlerini bozmuş,para kazanamaz olmuştu.Ailenin tek çalışanı olan oğlunun ne sıkıntılar çektiğini biliyordu.Hasan’ın fedakârlık yaptığını,bazen peşpeşe birkaç öğün hiç birşey yemediğini çok iyi biliyordu ama elinden birşey gelmiyordu.
Son zamanlarda kendisi de torunları bir lokma fazla yesin diye sofradan aç kalkıyor,ancak yaşamını sürdürecek kadar yiyordu.Yine de sıkılıyor,utanıyor,gece gündüz ne yapabilirim diye düşünüyordu.
Geçen yaz ortası ölen torunu Zehra gözlerinden gitmiyordu.Gerçi doktorlar,ilaç olmadığı için kurtamadıklarını söylemişti ama Abdullah dede; ”-Eğer torunum yeterince beslenseydi,zayıf düşüp hastalanmazdı” diye düşünüyordu.Zehra’nın “-Dedeciğim” deyişi aklına geldikçe yaşaran gözlerini
zorlukla saklıyor,hemen bastonuna uzanıp, torunlarının “-Dede,nereye !..” diye seslenişlerine cevap vermeden,kendini sokağa atıyordu.
* * * * * * * * * *
Akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş yaklaşırken,Abdullah dedenin evinde ailecek sofraya oturmuşlardı.Ne olduğunu anlamadığı,çok olsun diye bolca su katılmış çorbaya kaşık sallıyorlardı. Büyükler yokluğun ezikliğini paylaşıyordu.Ama çocuklar çorbaya itiraz ediyor,çocuk saflıklarıyla çaresiz büyüklerini ne kadar yaraladıklarını bilmiyorlardı.
O sırada dışardan siren sesleri gelmeye başladı.Anlaşılan yine bombalama başlayacaktı. Sofrayı olduğu gibi bırakıp karı-koca çocuklarını kucakladılar.Son birkaç gecedir insafsızca yapılan bombardımanlarda,bu koşuşturmaya alışmışlardı. Özellikle önceki gece gördükleri manzaradan sonra daha büyük korkuyla,aceleyle sığınağa koşuyorladı.Önceki gece,bombardımanın bitiminden sonra,sığınaktan çıktıklarında kendi evlerinden az ötede,sığınağa gidemeyen bir anne ile çocuğu biribirine sarılmış olarak,feci halde ölmüştü.Son anında bile çocuğuna sarılmış olan annenin vücudunun yarısı yoktu.
Aceleyle evden çıktılar.Henüz birkaç adım uzaklaşmışlardı ki,kucağında iki çocuğunu taşıyan Hasan,babasının çıkmadığını farketti.Hızla eve döndü.Kapıdan içeri baktığında,babasının düşünceli düşünceli oturduğunu gördü,telaşla seslendi; “Hadii babaa!.. siren seslerini duymadın mı!..”. Yaşlı Abdullah sesine öfke tonu vermeye çalışarak seslendi. “-Ben çocuk değilim,geliyorum.Sen oyalanma çocukları götür.” Kalktı bastonuna uzandı,sonra kapıda bekleyen oğluna döndü; “Bak hâlâ bekliyor. Yaşlandım diye sözüm dinlenmiyor mu artık !…” “-Estağfurullah baba.Ama sen de acele et biraz.” Bu sözüne de babasının kızabileceğini düşünerek hemen dışarı çıktı,kucağında çocuklarıyla sığınağa doğru koşmaya başladı.
Hasan,evini görebileceği son köşeyi dönerken durdu,geri baktı.Babasının çoktan kapının önüne çıkması gerekirdi ama görünmüyordu.Acı siren sesleri arasında birkaç saniye daha bekledi ama babası çıkmadı.Geri dönmeye cesareti yoktu,babasını kırmaktan hâlâ çok çekinir,daima saygılı davranırdı.Koştu sığınağa girdi,hanımını aradı,izdiham yaşanan kalabalıkta şans eseri kısa sürede buldu.Çocuklarını hanımının yanına bıraktıktan sonra babasını aramak için geri dönmek istedi ama kalabalıkta geriye gitmesi çok zordu.Epey gayret ettikten sonra kapıya yanaşmıştı ki sığınağın kapılarının kapatıldığını gördü.O ana kadar girmiş olabileceğini ümit ederek babasını aramaya başladı, ama bir türlü bulamıyordu,gittikçe daha çok endişeleniyordu.Dışardan bomba sesleri gelmeye başlayınca Hasan birden irkildi, “-Baba !..” diye bağırarak sığınağın kapılarına hücüm etti.Yokluk içindeki aileye yük olmamak için babasının kendini feda etmek istediğini anlamıştı ama sığınağın kapılarını açtırması imkansızdı.
* * * * * * * * * *
Abdullah dede,evin hemen önüne koyduğu sandalyede oturmuş,gökyüzünü seyrediyordu. Gökyüzünden geçen parlak ışıltılı,alevli bombalara bakıyor,içini çekiyordu; “-Çocukken,kayan bir yıldız görünce ne çok sevinirdim.Bu bombaları atanlar da çocukken öyle sevinir miydi acep?”
Abdullah dede,okumuş bir adamdı,kültürlüydü.Bağırdı gökyüzüne ; “-Eh Amerika, eh İngiltere mazlumun ah’ı kalır mı sanırsınız !. Sizden büyük Allah var !..” Bunu söylerken Atlantis denen kayıp ülke hakkında yıllar önce okuduğu yazıyı hatırlamıştı.O yazıda,teknolojisi ve ordusu diğer ülkelerden çok güçlü olan Atlantislilerin,diğer ülkeleri sömürdükleri,ezdikleri ve artık hiç bir gücün karşılarında duramayacağını düşündükleri bir zamanda,gökyüzünden düşen çok büyük bir meteorun çarpmasıyla tüm kıtanın okyanusa gömüldüğü anlatılıyordu.Abdullah dede,ABD’yi Atlantis’e benzetiyordu.Tekrar bağırdı; “-Mazlumun ah’ı kalmaz !..” .Şehadet getirdi,oturduğu sandalyede başını önüne eğdi,dualar mırıldanmaya başladı…

Ahmet Ünal ÇAM / 04.01.2005

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:34 pm  Yorum Yapın  

Mavi Patikler



İhtiyar adam tapu dairesinden çıkarken sevinçliydi. Kendi kendine düşünüyordu; “-Oh.. be ferahladım. Ölümlü dünya”.
Oturduğu evin tapusunu, çocuğunun üstüne kaydettirmişti. Tapu dairesinde çıktıktan sonra bir küçük lokantada öğle yemeğini yedi, vakit geçirmek için parkları dolaştı. Bir parkta Cem Karaca’nın şarkısı çalınıyordu; “Allah Yar! Allah Yar!”.
Akşama doğru eve gitmek için yola çıktı. Bir yandan düşünceler içindeydi;
-Biz öldükten sonra bir sürü işlemle uğraşması gerek. Ne diye eziyet çeksin yavrum.
Oğlunun kendisini nerdeyse zorla doktora götürüşü aklına geldi; “-Kerata amma ısrar etmişti. Sağlığıma verdiği önem kadar, ziyarete gelmeye de önem verse ya.”
Bir an dalgınlaştı; “-Gerçi, gelin bizle geçinmeye çalışmıyor ama…” derin bir nefes aldı “-Boş ver canım, ne de olsa torunlarımın annesi. Eşine, çocuklarına iyi baksın da…” biraz da kendini teselli etmek için söylendi …biz bu gün varız, yarın yoğuz.”
Evine yaklaşınca yine durgunlaştı, “-Bakalım hanım ne diyecek? Gelin gelip-gitmiyor diye biraz kırgın ama….” Düşünceler içinde zili çalarken, güleryüzlü olmaya çalıştı; “-Yook, iyi oldu canım. Biz ölünce oğlan rahat edecek, kötü mü?”
Hanımı kapıyı açtı. Gülümsemesini bozmamaya çalışarak hanımına;
-Nasılsın hanım bu gün bakalım?
Hanımı elindeki çiçek suladığı kabı gösterdi;
-Ne yapayım, bir iki çiçekle uğraşıyorum yeşillik olsun diye.
Eve girerken devam etti;
-İnsan şehirde özlüyor çiçeği, yeşilliği.
-Eee.. köy gibi olmaz buralar tabii.
Kadının durgun yüzünde acı bir tebessüm dolaştı;
-Köy gibi olmaz dimi? Şimdi köyde olsak ne güzel olurdu.
İhtiyar adam bir an yüzüne baktı hanımının;
-Sen köyü pek sevmezdin! Geçen sene bir ay kalalım demiştim de “-Ben torunları özlerim.” Diye tutturmuştun.
Kadın, yüzünü çiçeklere doğru döndü;
-Ne bileyim ben, düşündükçe bunalır oldum buralarda. İnsan çocukluğunun geçtiği yerleri özlüyor. Ağaçların altında, bahçelerde yürümeyi özlüyor.
-Allah Allah ! Tamam hanım gideriz. Sen iste yeter ki. Hele havalar ısınsın biraz gideriz
-Havalar kim bilir ne zaman ısınır. Beklemek şart mı?
-Yahu hanım, bunca yıllık eşimsin hala seni tam anladım diyemiyorum. Bir gün köye gitmem diye tutturuyorsun, bir gün de hemen gidelim diye. Dur da bu gün ne oldu anlatayım.
Kadın endişeyle baktı kocasına;
-Noldu, oğlanı mı gördün?
-Yok canım, nerden göreyim !
Koltuğuna oturdu, koynundaki tapu kağıdını çıkardı.
-Bu nedir biliyor musun?
-Hayırdır?


-Hanım, yarın ne olacağı belli olmaz, vademiz gelir de ölürsek, oğlumuz kapı kapı uğraşmasın, diye evin tapusunu onun üstüne yaptım.
Hanımının tepkisini beklerken, onun yüzündeki acı gülüşü gülümseme sandı. Hanımı fısıldar gibi söylendi;
-Oğlumuz da bu gün buraya gelmişti, öğleden önce.
-Öylemi, vay hayırsız. Demedin mi, ‘uzun zamandır niye gelmiyon’ diye. Seni üzülmesin diye söylemiyordum ama ‘bizi unuttu’, diye kızmaya başlamıştım. Torunları da getirdi mi?
-Murat’ı getirmiş. O da “-Sıkıldım, gidelim.” Deyip durdu.
-Vay kerata vay. Neyse, Akşam gelse de ben de görseydim. Hayırdır, gündüz gündüz niye gelmiş ?
Hanımı elindeki kapta suyu bitmiş olduğu halde, çiçekleri sular gibi durarak masadaki kağıdı gösterdi;
-Şu kağıdı getirmiş.
İhtiyar adam, hanımının sesinde bir titreme hissetti ama emin olamadı. İçindeki sevinci kaybetmemeye çalışarak masadaki kağıda uzandı.
Bir mahkeme kararı olduğunu gördü. Hanımı kızaran gözlerini görmemesine dikkat ederek eşinin kolundan tuttu koltuğa oturmasını sağladı, tekrar çiçeklere doğru uzaklaştı.
İhtiyar adam, yakın gözlüğünü çıkardı ve içinden yavaş yavaş okudu.” Yaşı ilerlediği ve aklı muhakemesi yerinde olmadığına ve ekonomik varlığını idare ve idare edemeyeceği, ekteki doktor raporuyla da tespit edildiğinden, taşınır ve taşınmaz varlıklarının, resmi varisi oğlu Süleyman tarafından idaresine karar verilmiştir.”
Resmi kağıt, yaşlı adamın elinden yavaşça yere kaydı. Başını yere eğdi, kağıda boş boş bakmaya başladı. Hanımı, gözlerini sildikten sonra çiçeklerin başından ayrılıp yanına geldi. Eşinin titreyen ellerini tuttu. İhtiyar adam, yüreğindeki sızıyı bastırmaya çalışarak;
-Üç senedir uğramadık, köydeki ev ne haldedir?
-Canım ne olacak, bir gün de temizlerim ben.
-O evde, dizlerin üşürdü senin.
İhtiyar kadın, daralan göğsünü hafifçe bastırdı, “Yüreğimin üşümesi daha kötü diye düşündü”.
-Merak etme, üşümem…üşümem…
-Yarın mı gidelim diyordun?
-Sen bilirsin bey.
-Eşyaları bir taksiye atarsak, Son otobüse yetişiriz.
-Olur.. Köyde zaten iyi kötü eşya var, ben hemen hazırlanırım.
-Hazırlan. Şu kağıdı da tapuyla beraber masaya koyuver, oğlan gelince aramasın.
İhtiyar adam, içinden düşünüyordu, “-Dünya fani, Allah Yar”

İhtiyar kadın, birileri gelmeden gitmek ister gibi telaşla hazırlanıyordu. Giysileri bir çantaya tıkıştırdı. Fotoğrafları duvardan toplarken oğlununkine bir an baktı, aldı, bir an düşünüp çantaya koymaktan vazgeçti. Masadaki kağıtların üstüne ters olarak bıraktı. En son duvardaki bir küçük patiği aldı, öptü. Bu büyük torununa ördüğü ama küçük gelmeye başlayınca hatıra olarak sakladığı mavi patiklerdi. Çantaya, fotoğrafların üstüne yerleştirirken, mavi patiklerin üstündeki göz yaşlarını yavaşça sildi.

 Ahmet Ünal ÇAM

 

 

 

http://www.kircicekleri.com/

 

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:32 pm  Yorum Yapın  

UMUT

UMUT

Kırk yaşlarındaki adamın elleri koynuna gitti,çabucak koynundan çıkardığı kağıdı yine aynı yaşlardaki diğer adamın ellerine tutuşturdu.Karanlık sokakta yalnızdılar ama korkuyla çevresine baktı, sonra fısıldadı;

-Gardaş gider değil mi ?

-Merak etme sen,kendi ellerimle büyük elçiliğe vereceğim.

Gülümsemeye çalıştı,ağzında dişlerinin nerdeyse yarısı yoktu.

-Herhal haberleri yoktur.Yoksa bize yardım ederlerdi,değil mi?

-Yok dedim ya..,Benim gitmediğim ülke kalmadı nerdeyse.Oralara da gittim.Kimsenin haberi yok.

-Kağıdı yetkililere verirsin gardaş,hem sende söylersin neler

çektiğimizi.

Türkçeyi iyi konuşan Rus genç acele etti ;

-Tamam tamam yakalanacağız hadi parayı ver.

Adam yeni hatırlamış gibi koynundan yıllarca biriktirdiği parayı çıkardı.

-Al.Açız,iş bulamıyoruz ama bu iş için helal olsun al.

Genc Rus parayı sayarken,o anlatmaya devam etti,

-Çinliler bizi aç bırakıyor,işsiz birakıyor.Bir çocuktan fazlası yasak,işsiz olanların çocuk yapması bile cezalandırılıyor. Erkeklerimiz,onların kızlarıyla evlenemiyor ama onlar topraklarımıza sahip olmak için,bizim kızlarla zorla evleniyor.Bazılarımız,hiç olmazsa kızları aç kalmasın diye evlendiriyor.

Genc sıkılmıştı,

-Yakalanmadan ben gideyim.

Adam gözü yaşararak aceleyle sözlerini tamamladı;”İbadetimize de engel oluyorlar.Kadınlarımızın zorla başını açıyorlar.”

-Tamam hepsini söyleyeceğim,hadi eyvallah.

Bir an durakladı,adamın altmışında gösteren yüzüne baktı,sanki

kuşkulanmış gibi sordu;

-Kaç yaşındasın ?

-Kırk…

Cevabı duyduktan sonra hızla uzaklaştı.Geride kalan adam,oğlu gibi görünen gencin ardından acılarla bezenmiş yüzüyle gülümseyerek el salladı.Bir süre,karanlık sokaklara baktı sonra yüzüne gülümseme yayıldı.İçinde yeşeren ümidi hissetti, dizlerine yeni bir can geldi.Yaşama yeniden bağlandı.Oysa ülkesinde, Doğu Türkistan da ölüm yaşının çok düşük olduğunu iyi biliyordu.

* * * * * * * * * *

Genc Rus,parayı alıp,mektubu atmayı düşünmüştü ama eksik dişleriyle kendisine bakan Türk’ün hayali peşini bırakmamıştı.Sonunda

Çin’den ayrılmadan,Türkiye elçiliğine uğramış,mektubu vermişti. Yetkili mektubu alıp kendisine beklemesini söyledi.Ticaret için çoğu ülkeye giden Rus,bildiği bir kaç dilin içinde en iyi Türkçeyi öğrenmişti.Beklerken sehpadaki 1998 tarihli ama birkaç ay öncesinin gazetelerine gözü takıldı.Birini eline aldı ismini okudu; “Radikal” . Doğu Türkistanla ilgili bir yazı olduğunu farkedince okumaya devam etti; “Doğu Türkistan’daki Kökten Dinci Akımlar Çin’i Tehdit Ediyor “

Bir görevli,elinde geri gönderilen mektupla dalgın Rus’a yaklaştı;

-Büyük elçi meşgul sizle görüşemeyecek” .

Rus,gazeteleri göstererek,şaşkın bir ifadeyle sordu ;

-Bu gazeteler hangi ülkenin ?

Görevli gülümsedi,

-Türkiye.

-Hepsi mi ?

-Evet hepsi.

Adam elindeki gazeteyi bırakıp giderken,gözünde Doğu Türkistanlı adamın yüzü canlandı,sanki kendisiyle konuşur gibiydi;

-Sağol gardaş,sağol…sağol…

İçinin burkulduğunu hissetti.

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:22 pm  Yorum Yapın  

Taksi

Mart Ayı Hikaye Birincisi
Engin Kasap
Adi Herif…

Mart Ayı Şiir Birincisi
Kadir Bıyıklı
İstanbul, Seni…

Linkler
Rottweiler ( Türkçe )
Üç Boyut
Fındık Kabuğu
Konya Postası

Alexa Certified Site Stats for www.hikayeler.net

Ahmet Ünal ÇAM / Yaşamdan Hikayeler / Taksi

Taksi

                          

 

     Taksisi ile cadde ışıkları altında yol alıyordu. “İki-üç müşteri daha bulursam eve dönüp uyuyacağım. “diye düşündü, yorgundu. Taksisine bir an sevgiyle baktı, mırıldandı; “Ekmek teknem” Gözü önce yolda sızmış bir sarhoşa sonra da çöpleri karıştıran birine takıldı. Kendisini kıyasladı sevindi; “İyisin, iyisin!. . “

            Saatine baktı, bir Of çekti, “Bir müşteri çıksa artık, boşa dolanıp duruyorum. “  Ertesi gün abisine gidecekti, erken kalkacağı

için, evine erken dönmek istiyordu. Fakat herşey insanın istediği gibi gitmiyordu ki. İçinde hafif bir öfke ile abisini düşündü; “Ah!. . abi, bırakmadın şu kumarı, borçlanırsan tabi yakana yapışır tefeciler. ”

 Bir daha derinden of çekti, “Gerçi parayı bu gün bul diyordun ama olmadı, sabah borç-harç parayı bulup seni tefecilerden kurtaracağım ama böyle devam edersen beni de yakacaksın, aileni de !. . “

            Tam böyle düşüncelere dalmışken tali yoldan çıkan bir adamın el salladığını gördü, sevindi. Taksisiyle hemen adamın önünde durdu. Adam taksiye bindi ve telaşla anlatmaya başladı; “Lütfen acele edin, şu ara sokakta” Taksici rahatsızlanan birini alacaklarını zannetti ama adam konuşmaya devam ettikçe canı sıkıldı; “Aman Allahım, korkunç birşey adamı dört yerinden bıçaklamışlar. Adam nerdeyse kan kaybından ölecek. Kimse yardım etmiyor, herkes toplanmış seyrediyor. Ne kadar duygusuz, umursamaz bir toplum olduk, seyrediyorlar!. . “   taksicinin canı sıkıldı; “Arabam kan içinde kalacak. ” diye düşündü. Diğer adam devam ediyordu; “Hele iki araba yaralıyı almayınca şok oldum, hâlâ inanamıyorum. Düşünebiliyor musunuz? Bir adam kan kaybından ölmek üzere ve iki araba gaza basıp gidiyor. Düşündükçe deli oluyorum. Hah geldik, yaralı olan şu kalabalığın içinde”   Taksici yumuşak bir sesle “Hadi siz yaralıyı getirin, ben de arabanın yönünü çevireyim de vakit kaybı olmasın”  “Tamam” diyerek adam indi, kalabalığın arasına koştu, bağırdı; “Açılın, açılın taksi geldi”   Ama daha yaralının yanına varmadan uzaklaşan araba sesiyle irkildi, hızla döndü; plakası görünmesin diye ışıklarını söndürmüş halde taksinin hızla uzaklaştığını gördü. İçinde birşeylerin koptuğunu hissetti, ağlar gibi bir sesle inledi; “Yarabbim!. . Yarabbim!. . Ne oldu bize, ne oldu? ” olduğu yere ümitsizce çömeldi.

            Taksici dikiz aynasından geriye son bir kez baktı, bağrışmalara küfürlere aldırmadan tekrar gaza bastı. “Bana ne yav, işin yoksa yaralıyı al, arabayı kirlet. . . başka taksi mi yok? Nasıl olsa şimdi bir

tane bulurlar. “   Vicdanını da susturduktan sonra cebinden çıkardığı yabancı sigaradan bir tane yaktı. Sonra kendince bir espiri yaptı; “Hem işin ne ta buralarda? Rica etseydin katillerden, seni hastane önünde filan bıçaklasalardı. “  Gözü elindeki sigaraya takıldı; “Ulan biz hakkaten geri kalmış ülkeyiz be, adamlar kendi ülkelerinde çoğu mekanda yasaklıyorlar bu mereti, bizim yasaklamamıza müsade etmiyorlar. Eee onlarda haklı, kendi insanları gözünü açmış, biz de akıllanırsak nereye satacaklar. Ulan, sigaralar bu kadar pahalıyken tarlada domatesini bin liraya satamayanlar varmış. “  Sonra keyifle bir nefes daha çekti, “İç aslanım, iç Amerika’ya senin de katkın olsun. “

            El sallayan bir müşteri görünce düşüncelerinden sıyrıldı. “-Hah müşteri dediğin böyle kılığı düzğün olacak, bahşiş bile bırakır. “

            Taksici o gece bir süre daha çalıştıktan sonra evinin yolunu tuttu. İçi huzur dolu evine yaklaşmıştı ki evinin önünde bekleşenler olduğunu gördü. Meraklandı. Arabasını garaja çekip daha sonra ne olduğunu öğrenmek istedi ama bir komşusu onu durdurdu; “-İstersen arabayı yerleştirme, lazım olabilir. ” Şaşkın indi, kapının önünde ağlaşan hanımı ve çocuklarına yaklaştı; “-Ne oluyor? “  Hanımı ağlayarak boynuna sarıldı;   “-Abin öldü. “  Baştan aşağı titredi,   “-Abim mi? . . . nasıl? “     “-Bıçaklamışlar, kan kaybından ölmüş. ” Taksicinin içi korkuyla sarsıldı;  “-Nerede, ne zaman? “   Karısının cevabıyla yıkıldı. Gözünde farlarını kapatarak kaçtığı sokak ve kalabalık canlandı; kalabalığın içinden kanlar içinde tanıdık bir yüzün kendisine baktığını görür gibi oldu. Baygın yere yığıldı. . .           

                                     

Ahmet Ünal ÇAM / 23.06.2005

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:18 pm  Yorum Yapın  

ŞAİRİN KAYBEDİŞİ

 

ŞAİRİN KAYBEDİŞİ

 

       Felluce’de ABD ve israil askerlerinin katliamı devam ediyordu.Halkın kentten kaçmasına bile izin verilmiyordu.

       Büyük bir sessizliğin yaşandığı Felluce’ye girerken, ABD askerlerinden er Henry endişe içindeydi. Daha kısa zaman önce öldürecekleri insanların yüzlerini görmeleri gerekmiyordu. Uçak ve helikopterlerden bombalar ve bilgisayar oyunu oynar gibi üstün uzun namlulu silahlarla öldürdükleri insanlara fazla aldırmıyorlardı. Oysa geçen hafta El Şuheda kentine bombardımandan bir süre sonra yaya girmişlerdi.Kendilerine El Şuheda’ya girmeleri ve hareket eden tüm canlıları acımadan öldürmeleri emredilmişti.Ölüleri de kanıt bırakmamak için ceset torbalarına koyup Fırat nehrine atmaları söylenmişti. “Kanıt bırakmamak” cümlesinin manasını bir süre sonra anlamışlardı; şişmiş, sararmış ama kokmayan cesetler kimyasal silah kullanıldığını gösteriyordu.

       Er Henry’nin şair yüreği bu manzaradan sonra isyan etmiş ama dili susmuştu. Askerliği uzamasın diye susmuştu.Ertesi gün Colan ve El Cübeyl kentlernde de aynı katliamların yapıldığını, çoğunluğu kadın ve çocuk, binlerce insanın biyolojik silahlarla öldürüldüğünü öğrenince, “-Acaba yanlış tarafta mıyım !..” diye söylenerek, bir köşede oturup ağlamıştı. Şairdi özellikle çocuk cesetlerini görüp te zalimlerle aynı safta olmak ne kadar zordu. Bir an önce, bu kirli savaşın bitmesi ve evine dönmek için dua etmişti.

               

       Şimdi de Felluce’ye giriyorlardı ve aynı manzarayla burada da karşılaşmaktan korkuyordu. İlk cesetlerle karşılaştığında bir şok yaşadı. Oysa herşeye alıştığını düşünüyor “-Artık şair yüreğim bile taşlaştı”,diyordu. Fakat kadınların,çocukların bazıları yanmış, bazıları erimiş cesetlerinin, buldozerlerle çukurlara atılması insanlığından utandırmıştı.

Burada ceset torbası kullanmıyorlardı; o kadar torba için vakit ve para ayırmak istememişlerdi anlaşılan. Büyük bir çukur açıp cesetleri iteklemek daha ucuza gelmişti, madem ki “insanlık”  artık bir kriter değil.

 

       Henry’nin akan gözyaşlarını kimse görmedi.Felluce’de ilerlediler.Şehrin merkezinden uzaklaştıkça, cesetler ve cesetleri yiyen köpek manzaraları azalmıştı. Fakat bu kez yaşayanların olma ihtimali artmıştı.

       Henry bir kaç kez arkadaşlarının bazı evlere girdiğini rastgele ateş ettiğini, bazılarına ise sadece pencereden içeri bomba attıklarını gördü. Karşılık gelmemişti. Olaylar tekrarlandıkça bazı evlerden kısa süreli çığlıklar gelip kesilmeye başladı. Arkadaşları “teroristler geberdi” diyordu, fakat çığlıkların çoğu kadın ve çocuk sesiydi. Bu psikolojiyle arkadaşlarının kendisine de ateş edeceklerinden korkuyor susuyordu. Kendisini iki ateş arasında hissediyordu. Masumlara ateş eden arkadaşları da, herhangi bir evden fırlayıp ABD asker elbisesi yüzünden kendisine de ateş edebilecek halk da şu an tehlikeydi. Eli silahının tetiğine sıkıca sarıldı.  “-Dikkat !.. ateş edin !.. “ bağrışmalarıyla hızla döndü, silahının tetiğine nasıl bastığını bile anlamadı, “-Medet !..,medet !..“   diye bağırarak koşan çocuğun yere düşüşünü, bir film seyreder gibi gördü.  Olduğu yerde öylece kaldı. Diğer askerlerden biri fazla yaklaşmadan çocuğa bir kaç kez daha ateş etti.

       Henry artık rüyada gibiydi. Olayları dışardan seyrediyor gibiydi. Bir nehirin akışına kapılmış gidiyordu.Ölen çocukla ilgili ne konuştu, ne soru sordu., sadece silah elinde yürüdü.

       Yazdığı bir şiir sürekli kafasında kendisine sesleniyordu.

 

Bir çocuk öldürülürse,

yüreğinde yer aç huzursuzluklara.

Yaşabilir bir köşe aç ,

   bir park ve salıncak olsun.

Gülüşlere hazırlansın için

   buruk gülüşlere

Dudağının ucunda kan, sana bakan

  kimsesiz çocuklara

  hiç bir şey olmamış gibi

  gülümse

 

Dünya’da yer kalmamış demektir

İnsan gibi insanlara

Ha bir çocuk ölmüş, ha dünya

Artık bakmasan da olur yarınlara

 

       Henry başka dünyalardayken, aniden ,kucağında çocuğuyla bir adam fırlayıp kaçmaya başladı. Fakat ilk ateşte ayağından vuruldu. Çocuğunu bırakmadan yerde kıvranan adamın silahsız olduğunu anladıklarında yaklaştılar, Henry’de adamın yanına varmıştı. Bir İsrail askeri silahını adamın kafasına dayadı, parmağını tetiğe götürürdü. Olayın dışındaymış gibi seyreden Henry, birden askerin niyetini anladı atıldı ve askeri yana itekledi. Kurşun toprağa gitmişti. Diğer askerler çevreslerini sardı. Diğer İsrail askerleri silahlarını Henry’ye çevirmişti. Henry’nin komutanı yüzbaşı Bill geldi;

       -Noluyor, Iraklı bir terörist için mi tartışıyorsunuz. Öldürün gitsin.

       Henry iyice adamın önüne siper oldu; O yaralı biri, üstelik silahsız.Öldüremezsiniz !..

       Arkadaşları güldü; “-Binlerce secetten sonra, hala vicdanın mı sızlıyor”

       Komutan işin uzamasını istemedi;

       -Tamam esir olarak tutun. henry, onun sorumluluğu sana ait. Silah görünmüyor ama üstünü mutlaka ara.

       İsrailli askerlerden biri öne çıktı;

       -Çocuğu biz alırız.

       -Çocuğu mu , Niçin ?

       Henry’nin saflığına komutanı güldü;

       -Organları için…

       Henry silahını daha da sıktı, öfkeyle söylendi;

       -Hemen defolsunlar !..

       Komutan İsrailli askere döndü;

       -Uzatmayın, görüyorsunuz sinirleri bozulmuş….Üstelik daha bir çok müslüman çocuk bulabilirsiniz.      

           İsrailliler homurdanarak uzaklaştı.ABD’li askerler, esirin üstünü aradıktan sonra ellerini arkadan bağlayıp,başına çuval geçirdiler.

       Henry yaralı Irak’lıyı ve çocuğunu bir kamyonetin arkasına bindirdi, kendisi de yanlarına geçti. Dilini anlamasa da, sesinin tonundan rahatlayacağını düşünerek elini hafifçe omzuna vurarak konuştu;

       -Yaran ağır değilmiş.Kan durdu bile.Şu başındaki çuvalı da çıkarayım istersen.

       Yaralı Iraklı , kurşun gibi gözlerini,Henry’nin gözlerine dikmişti.Hiç minnet duygusu yoktu bakışlarında.

       Henry, korku dolu gözleri, yorgunluktan kapanmaya başlayan çocuğun başını okşadıktan sonra sırtını kamyonetin kenarına yasladı.Gözlerini gökyüzündeki yıldızlara dikti.

       -Cesetlerin,kankokusunun ortasında, yıldızlara bakmak hiç de romantik olmuyormuş.

       Ve… bir şiir mırıldanmaya başladı;

     “ Sen !..

Duydun mu karanlığın esintisini

Dinle ! Gecenin içinden birşeyler geçiyor.

       ay kırmızıdır şimdi

       Ve darmadağınık.

Yaralı Iraklı,Henry’nin şaşkın bakışlarına aldırmadan, epey düzgün bir İngilizce ile şiire devam etti;

     “ Bulutlar bizi gözlüyor , yaslılar gibi

       Şu tepemdeki dam çökerse

Sanki yağmalayacaklar herşeyi

Henry sanattan anlayan bir dostunu görmüş gibi sevinçli devam etti;

     “ Bir an,yalnızca bir an sürecek

       Sonra… sonra… hiç

       Hiç…

       Bir an sessizlikten sonra Henry;

       -Şairini bilmiyordum,Iraklı bir şairin mi ?

       Hayır, İranlı Furuğ’un “Al götür bizi rüzğar” şiiri.

       -Demek İngilizce biliyorsun.Nerden Öğrendin.

       -İngiltere’de okudum. Doktorum.

       -Oooo… hem de doktor. Komutana söyleyim, senin için belki birşeyler yapar.

       Esirin kaşları çatıldı;

       -Ben katillerden bir şey istemem. Hiç bir şey söylemeyin.

       Henry itiraz edecek gibi oldu, sonra suçlu suçlu sustu. Yine bir sessizlikten sonra;

       -Ya eşin ?

       -O da doktordu. Dün hastanede nöbetçiyken hastane bombalandı.Cesedini aramaya bile gidemedim.

       Teselli etmek istedi;

       -Savaşta oluyor böyle şeyler.

       -Hangi savaş, bu bir katliam.

       Sustular.Esir çocuğuna sıkıca sarıldı. Henry;

       -Kaç yaşında ?

       – 2 yaşında. Annesinin öldüğünü bilmiyor yavrum.

       Henry yeni aklına gelmiş gibi endişeyle ;

       -İsraillilerin konuştuklarını da anlamışsındır…

       -Onlar yıllardır Filistinli çocukları,gençleri de organları için kaçırıyor. Çocuğumu onlara vermektense öldürmeyi seçerim.

       Kamyonet askeri kampa girdi.Henry;

       -Ben haberleşme kısmında görevliyim. Ben sorumlu olduğum için, başka bir emir gelene kadar benim yanımda kalacaksın. Gidelim, çocuğuna da yiyecek birşeyler bulayım.

       ***                               ***                               ***

       Haberleşme odasındaydılar.Henry çocuğa biraz yiyecek ve süt getirmişti.Esirin elinin çözülmesine izin verilmemişti. Henry esirin ismini öğrenmek istedi;

       -Benim ismim Henry, ya senin ?

       -Ali.

       -Şiiri seviyorsun galiba. Biliyor musun, ben şairim.

       -Ben de…

       -Ciddi misin. Buna sevindim.Şiir okumamı ister misin?

       -Biz en acı şiirleri okumuyoruz,yaşıyoruz artık.Öyle ki, , hani derler ya “Kelimeler yetmiyor, kelimeler tükendi”, işte bizim çektiklerimizi, acılarımızı tarife de kelimeler yetmiyor. Ne yazsam,ne okusam, ne dinlesem yaşadıklarımızı tarif edemez artık.

       -Çok şey kaybettiniz ama güzel günler gelecektir.

       -Evet, biz savaşı kaybettik, siz ise onurunuzu, insanlığınızı kaybettiniz.

       Henry, bakışlarını kaçırdı. Haberleşmede görevli askerlerden biri nöbetçilere seslendi;

       -Albay Smith’e haber verin, eşi arıyor.

       Bir asker koşarak çıktı. Az sonra koutan Smith odaya girdi, uydu telefonunu aldı.

       -Aloo… merhaba Mary…teşekkür ederim,sen nasılsın ? Oğlum nasıl? Uyuyor mu ?. Tamam uyanınca onu çok sevdiğimi söyle, ona en güzel oyuncakları alacağım.  Bizi merak etmeyin, burdaki ilkel yaratıklara medeniyet getiriyoruz işte. Bak hele, burda o yaratıklardan bir tamne esir de varmış. Sesini duymak ister misin? Gerçi ne dediğini anlaman imkansız ama bir dinle de bak biz burda nelerle uğraşıyoruz.

       Albay, telefonu esir Ali’ye tuttu. Ses çıkarması için bir de tekme attı.

       -Konuş ta homurtunu Mary duysun !..

       Ali, tekmeyi yiyince kendisine uzatılan telefona hızlıca konuştu;

       -Burda bize katliam yapıyorlar.Kadınlara,çocuklara işkence yapıyorlar. Oğlunuzun yüzüne bakın, o bir katilin oğlu !…

       Albay şaşkınlıktan uzun süre tuttuğu telefonu birden çekti.Ali bir askerin tekmesiyle sırtüstü yıkılırken.Albay, elini ahizeyi kapatarak bağırdı;

       -Niye bu pisliğin İngilizce bildiğini söylemediniz.

       Sonra telefona;

       -Hah..hah…bizim çocuklardan biri şaka yaptı. Hayır, hayatım..hayır bu saçmalıklara inanma…kimyasal silah kullanıldığını mı okudun…yok öyle birşey…Hadi kapatıyorum by…

       Albay telefonu kapatıp esirin yanına geldi.Henry, Ali’yi savunmak istedi,albay eliyle susturdu ve Ali’nin kucağındaki çocuğa baktıktan sonra;

       -Demek senin de oğlun var.Onu bizim büyütmemizi ister misin ?

       -Albayın öfkesinin yatıştığını zannedn Henry bir an sevindi ama Ali’nin cevabıyla yine korktu;

       -Zalim olarak yaşamasındansa,mazlum olarak ölmesi iyidir.

       Daha sözü yeni bitmişti ki,albay hızla tabancasını çekti çocuğa ateş eti.Henry ve Ali’nin çığlıkları biribirine karıştı. Fakat Ali’nin çığlığı uzun sürmedi, albay tek kurşunla onu susturdu.

       Albay’ın önüne geçmek için atılan ama yetişemeyen Henry acı içinde inleyerek cesetlerin yanına çöktü. Albay ona bakarak;

       -Şimdiye kadar alışmalıydın.Yarın bunlardan yüzlerce daha öldüreceğiz, öbürgün belki binlerce. İsrailli eğitmenlerin söylediğini unutma; “Bunlara silahınızı doğrultun ve insan olduklarını aklınızdan geçirmeyin.Sadece ateş edin, yoksa onlar sizi öldürür.”

       Henry zorlukla konuştu;

-Saçmalık. İki masumu öldürdünüz.

Biz askeriz.Görevimiz de öldürmek. Öldüreceğiz, ve dönünce unutacağız.

Henry, çocuğun kanlı saçlarını okşadı.

-Unutabilecek miyiz? Çocukları sevebilecek miyiz? Saçlarını okşayabilecek miyiz?

       Unutmak lazım azizim, unutmak

                yaşamak için unutmak

       elimizdeki kanları yıkamak

       ve çiçek sulamak….

      

       Yeni doğan gün bizim

       Sustu tüm çığlıklar

       Masumlar öldü, zalimler yaşayacak

       Unutmak lazım azizim, unutmak

Henry, şaşkın bakışlara aldırmadan silahını çekti;

-Anladım ki, artık unutmak da mümkün değil, yaşamak da….

Bir silah sesi çınladı, Henry’nin eli çocuğun saçlarından yavaşça yere kaydı…

Yazar

AHMET ÜNAL ÇAM 

    (Aralık-2004)

ahmetunalcam@gmail.com

http://huzur.sehri.com

 

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:14 pm  Yorum Yapın  

Baba & Oğul

Yaslandığım dağ yıkılmış gibi

Atletik yapılı, spora düşkün biriydi Mahmut. Evlendikten sonra da, işlerinin en yoğun olduğu zamanlarda da spordan uzaklaşmamıştı. Hatta evlendiğinde karısına, ‘-Çocuğum büyüdüğünde onunla top oynayacağım, kendime iyi bakmalıyım.’ demişti neşe içinde.

 

Hep bu güzel düşünceler içinde beklemişti çocuğunu doğumunu.

Doğum periyodunda sigarayı bırakması için zaman zaman eşine kızsa da, genelde gönlünü hoş tutmak için elinden geleni yapmıştı. Beklenen gün gelip çatmış ve doğum gerçekleşmişti sonunda. Anne-babasının kızmasına ‘Evladım, önce sağlık dile, önce hayırlı evlat dile’ demesine rağmen ısrarla, gözleri ışıldayarak; ‘-Onlar da olsun tabi ama ilk çocuğum erkek olmalı, onunla futbol, basket oynayacak, yüzeceğim, koşacağım.’ Hastane de küçük bebeklerini kucağına verdiklerinde mutluluktan uçuyordu.

 

Çocuğuna ‘Bogaç’ ismini verdi, ‘O benim kahramanım, aslan parçam’ diye bağırdı.

 

Her şey istediği gibi gidiyordu, bir kaç gün sonra bebeği kontrole götürdükleri ana kadar.

 

Doktor kan sonuçlarından sonra çocuğun bacaklarını elle incelemeye başladı. Mahmut, kötü düşünceleri zihninden uzak tutmaya çalışıyordu. Eşi Sümbül endişeyle doktora sordu;

-Bir sorun yok ya doktor bey.

Doktor endişeli bakışlarını gizlemedi;

-Henüz emin değiliz ama…

-Evet…

-Kusura bakmayın, yüzde yüz emin olmadan bunu söylememiz gerekli olsa da bazı testler için yazılı izninizi almamız gerektiğinden… (Mahmut köşede sessizce ama içinde fırtınalar koparak dinliyordu) .. söylemek zorundayım ki, çocuğunuzun bacak ve kollarına giden bazı sinirlerde sorun var.

 

Sümbül endişeyle konuştu;

-Fakat sorun varsa hareket ettirememesi gerekmez mi? Hareket ettiriyor.

-Beyinden gelen uyarılar da sorun var, tepkilerin zamanlaması da önemli. Şu anda baktığımda bazı tepkileri geç verdi, bazılarında ise tepki göremedim.

Anne babanın yıkılışına rağmen, doktor açıklamaya devam etmek zorunda hissetti kendini;

-Her hareket sorun olmadığını göstermiyor maalesef. Önemli olan hareketlerin beyinden gelen sinirsel uyarılarla uyum içinde olması.

Mahmut zorlukla konuştu;

-Eğer öyleyse ümit var mı düzelmesi için.

-İncelemelerimize bağlı. Bazen beyinden çıkan damarlarda ufak bir tıkanıklık da böyle sonuçlara yol açıyor ve beslediği kısımlar canlıyken müdahale edilebilir, damar açılabilirse büyük bir sorun oluşmadan kurtarılabilir. Fakat sinirlerde yapı bozukluğu oluştuysa veya sorun omurilik gibi zor müdahale edilen kısımlardaki sinir veya damarlardaysa önceden bir şey söylemem çok zor.

-Böyle bir şeye sebep ne olabilir?

-Hamilelik süresince alınan ilaçlar veya….

Mahmut, karısına bakışlarını çevirerek doktorun cümlesini tamamladı;

-..veya sigara…

Sümbül hızla koridora çıkarken doktor mırıldandı;

-Maalesef sigara da ihtimallerden biri.

Mahmut yıkılan umutlarıyla sarsılarak doktorun uzattığı muayene izin kağıtlarını imzaladı.

 

                              ****                              ****                              ****

 

Şehirdeki en iyi hastaneydi ama günler, haftalar geçmişti. hastaneye her gidişlerinde umutları körelmişti. Mahmut hamilelik sırasında sigarayı bırakmayan eşine soğuk davranıyor, evden sabah erkenden ayrılıp çok geç saatte geliyordu. Çocuğunun da yüzünü bakmamaya başlamıştı. Nerdeyse 2-3 günde bir kez o da elini bile sürmeden bakar olmuştu. Ne neşesi kalmıştı ne de gelecek planı.

 

Eşi sigarayı bırakmış, suçluluk duygusuyla kendini perişan etmişti. Kocasının çocuğa ilgisini çekmeye çalışıyor, her gün Boğaç’ın yaptığı bir şeyleri anlatıyordu ‘-Bu gün gülümsedi, bu gün serçe parmağımı öyle bir sıktı ki…’ ne söylese ne yapsa ilgisini çocuğa yönlendiremiyordu.

 

Yıllar üzüntü ve acıyla geçti. Çocuk büyümüş, özürlü sandalyesiyle okula da başlamış, okumayı öğrenmişti. Babasının kendisine ilgisizliği, uzak kalması önceden normal geliyordu ama okulda arkadaşlarının babasını, çocuklarına ilgisine gördükçe eksikliği hissetmeye başlamıştı.

 

Okula başlaması ve sağlıklı çocuklarla karşılaşması içinde zaten acı duygular doğurmuştu ama babasının ilgisizliği uzak duruşu, ezikliğini daha da artırmıştı.

 

Annesi yıllardır ümitsizce sürdürdüğü çabalarına devam ediyordu;

-Bak oğlumuz yazmayı öğrenmiş babası, ilk kelimesini yazmış.

Mahmut elinde kendisine bakan Boğaç’la arasında gazetesini alarak soğukça sordu;

-Öyle mi, ne yazmış?

-‘Baba’ yazmış.

Mahmut elindeki gazeteyi sıktığını, fark etti kendini toparladı;

-İyi.

Sonra zorlukla konuşan çocuğunun sesini duydu;

-Anne babam beni niye sevmiyor.

Annesi ikna edici olmaya çalıştı;

-Babalar böyledir yavrum, babalar işte çok yorulur, anneler sarılır yavrularına

Çocuk babasının kızmasından korkarak sesini alçalttı;

-Okuldaki çocukların babası sarılıyor, kucağına alıyor.

Annesi çocuğunu başka odaya götürürken Mahmut içindeki duyguları bastırmaya çalışıyordu.

 

                              ****                              ****                              ****

 

Ertesi gün öğle saatlerinde çıktı işinden, eşi çocuğunu almaya gittiğinde orda olmak istiyordu. İçinde çırpınan duygular, çocuğuna daha fazla ilgi göstermesi gerektiğini söylüyordu.

 

Beklerken, kenarda çocuğuyla gördü. Duramadı, döndü çıkışa doğru yöneldi. Arkasından bağıran Boğaç’ın sesiyle irkildi, sesteki acıyı hissetmişti. Aceleyle gözünü sildi.

-Baba, beni almaya mı geldin?

Vücudundaki sorundan konuşması da hafif sorunlu olsa da çocuğunu sesindeki kırgınlığı fark etmişti. Döndü, birkaç saniye bekledi, önündeki görünmez duvarları yıkar gibi yavaş yavaş yürüdü. Belki bir şeyler söylemeliydi, söylemedi. Eşiyle çocuğunun yanına vardı.

-Gidiyor muydun baba?

-Burdayım işte.

Yanlarına gelen bir kaç arkadaşına sesi titreyerek seslendi;

-Bakın, ‘-Senin baban yok mu? , niye hiç gelmiyor? ‘ diyordunuz. İşte, işte benim babam.

 

                              ****                              ****                              ****

 

O gün bir sürü duvar yıkılmıştı ama Mahmut hala çocuğuna gidip sarılmıyor, o yanına gelince konuşmadan sarılıyordu. Her akşam babasının yanına geliyor, zorla yanağını isteyip öpüyordu.

 

Bir akşam yine yanına geldi babasına bakarak sustu. Mahmut bir an bekledi, ‘Babacığım iyi geceler’ deyip yanağından öpmek istemesini. Oysa Bogaç öylece bakıyordu. Bogaç’ın konuşmayacağını anlayan Mahmut, kendisi yanağını uzattı, oğlu öptü. ‘İyi geceler’ dedi. Fakat Boğaç hala bekliyordu.

-Ne oldu, niçin yatmıyorsun?

-Sen niçin beni öpmüyorsun baba?

-? ? ?

-Beni sevmiyor musun?

-Seviyorum.

-Sevsen bir kere öperdin.

Mahmut kalktı, Bogaç’ın gözyaşıyla ıslanmış yanağına bir öpücük kondurdu.

-Seviyorum.

-Sevsen ben söylemeden bana sarılır öperdin.

-Öptüm ya.

-Hep annem beni dışarı çıkarıyor, sevsen bir gün de sen çıkarırdın. (Gözlerinin içine baktı) Benden utanıyor musun baba? (özürlü sandalyesiyle yavaşça geri çekildi) Bu benim hatam değil baba, ben istemedi ki böyle olmayı.

Mahmut yüreğinin ezildiğini hissetti. Bir çocuk daha ve gülüp oynayacağı yerde çektiği acılar yetmiyormuş gibi bir de ben üzüyorum.

Bir kaç dakika öylece kaldıktan sonra kalktı, annesinin yeni yatırdığı Bogaç’ın yanına vardı. yüzü diğer tarafa dönük çocuğun üstüne eğilip yanağına bir öpücük kondurdu;

-İyi geceler yavrum.

 

 

                              ****                              ****                              ****

 

Odadan çıkacakken durdu, sessizce geri döndü. Gözlerini kapatmış çocuğunu bir kaç saniye baktı ve o anda çocuğunun yüzüne yayılan gülümsemeyi izledi. Çocuğunu ilk defa gülümserken görmüştü, ilk defa….

 

Odadan yavaşça çıkarken karar verdi; ‘-Bir daha hep gülümsemen için çalışacağım.’

 

 

                              ****                              ****                              ****

 

Ertesi gün işe geç gitmeye karar verdi. Çocuğunu okula bırakıp geçecekti. Ertesi sabah evden çıkmakta olan eşine ‘-İstersen sen evde kal, oğlumla bu gün ben gideceğim’ dediğinde Bogaç’ın yüzündeki mutluluk harikaydı.

 

                              ****                              ****                              ****

 

Artık arada çocuğunu okula Mahmut bırakıyordu. Çocuğunun gülümseyişlerine alışan Mahmut, bunun ne kadar değerli bir hazine olduğunu anlamıştı.

Günler günleri kovaladı, sonunda yaz tatili gelmişti. Bogaç’ın başarılı karnesi anne-babasını sevindirmişti.

Yalnız, okula gidip gelirken hayatına bir renk katılan Bogaç, tatilin gelişiyle beraber sadece pencere kenarında babasının gelişini gözler olmuştu. Bogaç’ın gittikçe sıkılmaya, mutsuz olmaya başlamıştı.

Bir akşam Bogaç işten dönen babasına sarıldıktan sonra;

-Baba bana karne hediyesi almadın.

-Karne hediyesi ne istersin? Sinemaya gidelim mi?

Bogaç babasına gülümsemeye çalıştı;

-Yaşamak isterim baba…

Mahmut üzgün kalakaldı. Bogaç devam etti;

-Babaanneme seni anlattırmıştım. Biraz zorla da olsa anlattı. Sen spor yapmayı, yüzmeyi ve doğada yürümeyi çok severmişsin.

-Evet, eskiden yapardım.

-Ben evden, okuldan başka bir yer göremeyecek miyim baba, ben hiç yaşamayacak mıyım baba.

Konuşmaların bir kısmını duyan annesi;

-Evde, bizimle mutlu değil misin?

Annesine cevap vermedi, babası mırıldandı;

-Ben onu anlıyorum. (Çocuğuna sarıldı) Aslan oğlumla omuz omuza her şeyi başarırız. Ne istiyorsun yavrum, ne yapalım?

-Bir kitapta okumuştum baba, şehirde yaşayanlara kızıyordu. Ben evden bile çıkamıyorum.

-Ooo kitapta yazıyor ha. Ne yazıyordu başka?

-‘Bazı insanlar yaşadığını sanır ama,ağlamayı bilmeyen gülmeyi,ateşe dokunmayan yanmayı, yükseklere çıkmayan yüceliği bilmez.’ yazıyordu… Ben dağlara çıkmak istiyorum baba, ben dünyaya bakmak istiyorum baba.

Mahmut, çocuğun omuzlarından tuttu;

-İşte şimdi tam Bogaç oldun.

 

                              ****                              ****                              ****

 

Artık Mahmut çocuğu için üzülmek yerine, onu mutlu etmek için uğraşıyordu. Oğlunu eve hapsetmedi, yıllarca oğluyla gezdi, oğluyla koştu, yüzdü, bisiklet sürdü, özürlü arabasıyla götüremediği yerler kucağında götürdü.

 

Çocuğu büyüdüğü halde, gücü yettiğince yanından ayırmadı, ona arkadaş oldu, ona dost oldu, ona dayanak oldu, zorluklara karşı yaslandığı bir dağ oldu , gerektiğinde el-ayak oldu.

 

                              ****                              ****                              ****

 

   Babasıyla geçirdiği o güzel anların haricinde, kitap okumayı da çok seven Bogaç öyküler-şiirler yazmaya da başlamıştı. En çok babası için şiirler yazıyordu.

 

   Çocuğu için elinden geleni yapan, günlerini, hatta ömrünü severek oğluyla paylaşan, onun bir gülümsemesi için herşeyini vermeye hazır olan Mahmut, sonunda gözlerini kapatırken onun için en çok oğlu ağlıyordu. Bogaç babasını dualarla uğurlarken, babasının ölümünün acısıyla, onun için yazdığı son yazdığı şiir dudaklarında ‘yaslandığım dağ devrilmiş gibi’ diyerek gözyaşı döküyordu. Annesi de oğluna sıkıca sarılmış, “Seni hiç bırakmayacağım , hep yanında olacağım,” diyerek ağlıyordu.

 

 Dick Hoyt

Yaslandığım dağ yıkılmış gibi

————————————

Kurak gönlüme yağandı babam

Her derdime dermandı babam

Ben dayanamam kendim kendime

Dağ gibi dayandı babam

 

Böğrüme bıçak sokulmuş gibi

Kalbim yerinden sökülmüş gibi

Gittin ya babam, gittin ya

Yaslandığım dağ yıkılmış gibi

 

Ahmet Ünal ÇAM

10-01-2007 18:00

 

 

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:11 pm  Yorum Yapın  

Öykü : Şoför Ali

Öykü :  Şoför Ali

Yaşlı, ezik, bitkin görünüşlü yaşlıca adam bir kahvehaneye girdi. Yoksul elbiseleri ilk bakışta dikkat çekiyordu. Kasanın yanı başında oturan şişman adam onu görünce yanındakilerle sohbeti kesti. Kahvehanenin içine doğru ilerleyen yaşlı adama kısa bir süre daha baktıktan sonra bir el işaretiyle çaycı çırağını yanına çağırdı, yanındakilerin de duyduğu bir ses tonuyla kızarak söylendi;

-Oğlum, dikkat etsene, dilenci giriyor sen uyuyorsun. Müşterileri rahatsız etmeden çıkar şunu dışarı.

-Hemen patron.

Çırak hızlı adımlarla yaşlı adamın yanına gitti. Şişman adam onu takip ediyordu. Yaşlı adamla konuşan çırağın dönüp kendisine doğru geldiğini görünce, yanındakilere dert yanarak elini cebine attı;

-İşte bazıları böyle yüzsüz oluyor. Para koparmadan gitmeyecek anlaşılan.

Cebinden çıkardığı bozuklukları gelen çırağa uzattı;

-Ver şu parayı da gitsin.

Garson, elini paraya uzatmadı;

-“Dilenci değilim” diyor patron.

-Ne istiyor o zaman, çay mı içecekmiş? İçsin de gitsin o zaman, napalım.

-Yok patron, ‘Destan şeklinde şiirlerden okurum veya isteyen olursa öyküler anlatırım’ diyor. Üç-beş kuruş veren olursa onla geçiniyormuş.

-Ooo, çıkar dışarı çıkar. Bir de onunla uğraşamam.

Arkadaşları müdahale etti;

-Bırak be İzzet, bırak anlatsın bakalım. Baksana eski toprak belki değişik bir şeyler anlatır, kahvehaneye de renk katar, fena mı?

Birkaç kişi birden ısrar edince kıramadı onları;

-İyi hadi, çağır yanımıza gelsin bakalım.

Çırak haber verince, yaşlı adam gözünde bir parıltıyla, bir umutla yanlarına geldi;

-Selamünaleyküm.

-Aleyküm selam.

Şişman patron uyanık biri olduğunu gösteren bakışlarla;

-Amca sağ elin hep ceketinin cebine, çok paran var da çalmasınlar diye sıkı sıkı tutuyon galiba.

Yaşlı adam, konuşan adamın gözlerinin içine baktı, sonra soruyu duymamış gibi davrandı. Şişman adam devam etti;

-Bak amca, anlatacağın öykü hoşumuza gitmezse bizden beş kuruş çıkmaz haaa !

Beğenmezseniz ben zaten para istemem zaten.

-Ne anlatacan bakalım, ne öykülerin var.

-73 harbinden öyküm vaaar.

-Çok eski amca bırak onları.

-Kurtuluş savaşından vaar, Çanakkale’den var…

-Onlar da çok eski amca. Daha yeni daha renkli öykülerin yok mu?

-Hepsi yaşanmış, hepsi heyecanlı be, ‘renkli renkli’ diye ne demek istiyon ki?

Birisi sırıttı;

-Gün değişti amca artık artislerin hikâyelerini dinliyor millet.

Yaşlı adam kaşlarını çattı, ayağa kalkmaya çabalayarak söylendi;

-Yok onlardan bende.

Şişman patron, arkadaşlarına doğru gülerek;

-Yahu benim babamın Kore savaşı yıllarında yaşadıkları bundan daha iyi hikâyedir. Ben size babamın hikâyesini anlatırım merak etmeyin.

Yaşlı adamın tekrar gözü parladı, kalktığı sandalyeye tekrar yerleşerek sordu;

-Baban Kore’de mi savaştı?

Şişman adam bir kahkaha attı;

-Yok be amca, adamı güldürme. Babam da benim gibi uyanıktı, askerden yırtmayı başarmış.

Arkadaşları şişman adamın bu sözlerine gülerken, yaşlı adamın kaşlarının çatıldığını fark etmemişti. Yaşlı adam, öfkesini saklamaya çalışarak sordu;

-Nasıl yapmış bunu uyanık baban?

-Ooo, sen ‘öykü anlatacam’ diye geldin, bize öykü anlattırıyorsun.

-Sen anlat hele, benim de bir hikâyem vardır elbet.

-Anlat hele İzzet, biz de merak ettik, anlat.

-İyi iyi, tamam. Öyle uzun bir şey değil canım. Dedemin tanıdığı doktor varmış şehirde. Babamın bacağını sargıya almış, götürmüş doktora.

-Bir yanlışın olacak, Kore için çağrılırken, baban asker ocağında mıydı, değil miydi?

-Askerdeydi ama Kore’ye asker gönderileceği lafları çıkınca hemen izne memlekete gelmiş. İzindeyken de dedem ona sahte bir doktor raporu çıkarttırmış. Hükümetin asker kararı aldırıp, asker göndermesi sırasında bacağı kırık göründüğünden kurtarmış paçayı.

-Olur mu öyle şey, doktor verir mi böyle bir rapor!

-Amca, sen parayı bol verirsen olur, bal gibi olur.

-Sen bunu duyunca üzülmedin mi?

-Amca, babam yaşındasın ama kusura bakma çok safsın ya. Ne üzülecem, gidenlerin kimisi öldü, kimisi kolu, ayağı kopuk geldi. Babam da öyle olsaydı iyi mi olurdu.

-Bana bak, savaşta ölene şehit derler, (İçini çekerek, zorlukla söylendi) savaşta kolu-ayağı kopana da gazi derler. Onlar olmasaydı, sen burda rahatça….

-Bırak bunları amca bırak, ta Kore’deki savaştan bahsediyoruz. Bize ne yahu.

-Askerden kaçmanın bahanesi mi bu! Savaşa karşı çıkmak başka ama devletin bir savaşa girdiyse, karar verdiyse, kaçmak…

Şişman adamın yanındakiler, kötü bir şey söyleyeceğini hissettikleri yaşlı adamı susturdular;

-Amca, sen kendi hikâyeni anlat bakalım.

-Pekâlâ. Ben size Kore’de savaşan Şoför Ali’nin öyküsünü anlatacağım.

Şişman patronun, gülerek “-Aman kısa olsun amca, savaş mavaş bizi korkutur” diye seslenmesini duymazlıktan geldi, devam etti;

-Türk birlikleri, savaşın en korkunç mücadelelerinin olduğu yerlere gönderiliyordu. Şimdi bakmayın Amerikalıların bize sırt döndüklerine, nankörlük yaptıklarına, Kore savaşında Türkler olmasaydı çok büyük kayıplar vereceklerdi. Bir keresinde Çinliler Kunuri’de  ani bir saldırıyla, 8. Orduya bağlı Amerikalıların  2. tümeninin çevresini sarmaya başlamış, çok zor durumda bırakmışlardı. Geri çekilmek istiyorlar ama Çinlilerin yoğun saldırısından geri de çekilemiyorlardı. 2. Tümen düşerse, 8.ordunun tamamının da zorda kalacağı, çevresinin sarılabileceği söyleniyordu. 2. Tümene geri çekilme vakti kazandırmak için, beş bin Türk askeri, sonu ölüm olduğu bilindiği halde Çinlilerle Amerikalıların arasında gönderildi. Türk birliği yok olana kadar Amerikalıların kurtarılması planlanmıştı. Hatta Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin başkumandanı Mac Arthur’un bu görevden sonra Türk Tugayını kırmızı çizgiyle çizdiği ve kayıp olarak gösterdiği sonradan öğrenilmişti. Bu kadar imkânsız görülen görevde Türk birliklerinin çevresi dört defa Çinlilerle sarılmış ve onlar da dört defa kendilerini saran Çinlileri yararak kurtulmayı başarmıştı. Türklerin,  kahramanlıkları kadar yaralılarını bu zor şartlarda geride bırakmamaları da Amerika ve Avrupa gazetelerinde günlerce yazılmıştı.

-Amca amca, güzel anlatıyorsun da, görmüş gibi anlatıyorsun. Hayırdır, sen de mi ordaydın? Gazeteleri de gördün mü?

Çevredekiler dikkatlice dinlemeye başladığı halde, bu soru üzerine gülümsediler. Yaşlı amca sakince cevap verdi;

-Ordaymış gibi anlatınca daha heyecanlı olmuyor mu? Hem Amerikan gazetelerinden alınan haberler bizim gazetelerde de yayınlandı, hiç merak edip okumadınız mı?

Kısa bir sessizlikten sonra devam etti;

-Yaralılarını da taşımışlar diyorduk ya, işte şoför Ali’nin de hikâyesi bu kısımla ilgili. Sivilde şoförlük yaparmış Ali. Canı tez biriymiş. Öyle ki, düşman cephesinden atılan el bombalarından herkes kaçarken, o hemen alıp geri atıyormuş. Böyle çok arkadaşını kurtarmış. Ama bir keresinde, alıp geri atmak istediği el bombası erken patlamış. Ali’nin sağ kolunu götürmüş.

Yaşlı adam, söylediklerinin etkisini bekler gibi kısa bir an durmuş. Bu duraklamayı fırsat bilen kahvehanenin patronu İzzet, diğer insanlardan tepki görmek de istemediğinden sesini fazla yükseltmeden söylenmiş;

-Ya, gördün mü, dönüşte şoförlük de yapamaz artık.

Yaşlı adam, nemli gözlerini ona dikip yine kısa bir süre sessizce bakmış, sonra;

-Haklısın, yapamadı.

-Sen tanıyor muydun yoksa amca, yaşadı mı böyle biri?

-Çankırılıydı, bizim köylüydü.

-Eee, güzel öyküymüş amca, al bakalım paranı.

Yaşlı adam, kahvehane sahibinin önündeki sehpaya koyduğu paralara bakmamaya çalışmış, arkalardan birinin seslendiği soruyu dinlemiş;

-Sonra nolmuş şoför Ali’ye. İş bulmuş mu?

-Allah bilir, benim duyduğum bu kadar.

Yaşlı adam ayağa kalkmış, başka bir şey demeden dönüp uzaklaşmaya başlamış.

-Heey, amca öyküne para verdik alsana.

Geldiğinden beri, sağ elini hiç cebinden çıkarmayan yaşlı adam, sol elini istemem şeklinde sallayıp, dudaklarında acı bir tebessümle cevaplamış;

-Senin paranı istemem.

Eline sehpadaki parayı alıp yaşlı adamın peşine koşan kahvehane sahibi, yaşlı adama öfkeyle seslenmiş;

– Ne demek ‘senin paranı istemem’ al şu parayı.

Yaşlı adam aldırmadan devam etmeye kalkınca hakarete uğradığını düşünüp, kolundan asılmak istemiş;

-Dur bakalım, aaa… Bu da ne!…

Yaşlı adamın,  cepten zorla çekilen, ceket sağ kolundan yere bezler düşmüş. Çevredekiler o zaman yaşlı adamın sağ kolunun olmadığını görmüşlerdi.

Yaşlı adam sol yumruğunu sıkarak, kolunu çekiştiren adama bir an baktı. Sonra eliyle ceketinin cebinden bir gazi madalyasını çıkarıp göğsüne taktı.  Çatık kaşları, küçümser bakışlarıyla şişman patrona son kez baktıktan sonra, arkasındakilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan, yürüyüp gitti.

 

 

Ahmet Ünal ÇAM 03-01-2007   02:00

Published in: on Nisan 12, 2007 at 7:03 pm  Yorum Yapın  

SAVAŞTA BARIŞ

SAVAŞTA BARIŞ     AHMET ÜNAL ÇAM
YIL 1918, yer Çanakkale, savaş devam ediyor. Gelibolu çıkartması başladı. Bazen Türkler, bazen İngilizler saldırıya geçiyor ama kesin üstünlük sağlayan taraf yok.       Gögüs göğüse çarpışmalar henüz bitmiş, top atışları başlayınca her iki taraf meydanı boşaltıp geri çekilmişti. Ortalıkta zaman zaman duyulan top seslerinden başka ses ve hareket yoktu. Gün kararırken yavaş yavaş top sesleri de kesildi.
* * * * * *
               Savaş meydanında ertesi sabah. . .
Bir Türk yavaş yavaş doğruldu, ölüm sessizliğindeki meydanı bir süre süzdü. Eli bayılmasına sebep olan başındaki yaraya gitti. Sıçrayan bir taş başına çarpıp bayıltmıştı. Önemli bir yarasının olmadığını anlayınca, bacaklarının üzerindeki ölüyü hafifçe yana itekledi, ayağa
kalktı. Ortalığı bir süre süzdükten sonra rastgele bir yöne yürümeye başladı. Pek geçmeden sağ tarafından gelen iniltileri duyarak durakladı. Seslerin geldiği yöne ilerledi. İnleyen iki kişi gördü, birden eli silahına gitti; inleyenlerin ikisi de İngilizdi, düşmanıydı. Silahı elinde bir süre dona kaldı. İnleyerek, henüz kendilerine gelen iki İngiliz korkuyla kendisine bakıyor, ateş etmesini bekliyorlardı. Türk İngilizlerin ikisinin de yaralı olduğunu farketti; biri kolundan, diğeri ayağından vurulmuştu. Bunun üzerine silahını indirdi, beline taktı, eğildi yaralarına baktı. Kolundan yaralı olanın durumu fena değildi ama ayağından yaralı olanın yarası kanıyordu. Türk İngilizlerin şaşkın bakışları altında, kasaturasını çıkardı ölmüş askerlerden birinin
atletini yırttı, ayaktaki yarayı kanı durduracak şekilde sardı , sonra diğerinin yardımıyla iki tüfeği yaralı ayağı korumak için bağladı.
Kurşunu çıkartamayacağını düşünmüştü. Diğerinin kolundaki kurşun derinde değildi kasaturayla kurşunu çıkardı, yarayı sardı. İngilizler sebebini anlayamasalar da Türk’ün kötülük yapmayacağını anlamıştı.
* * * * * *
Üçü birlikte bir yerlere varabilmek, kendilerine yardım edecek birilerini bulabilmek için amacıyla rastgele bir yöne doğru yola koyuldular. Türk de buralara ilk defa gelmişti, çevrenin en az İngilizler kadar yabancısıydı.
Joe adındaki ayağı yaralı olan İngiliz, kendisine yürürken de zaman zaman destek olan Türk’e minnettarlık duyuyor ama kolu hafif yaralı olan Fred adındaki diğeri hâlâ nefret doluydu. Üçü beraber yürürken Fred, Türk’ün dillerini anlamadığını da bildiğinden Joe’ya; “-İlk fırsatta Türk’ü öldüreceğim” dedi. Fakat umduğu karşılığı alamadı, Joe bu düşüncesine isyan etti. Fakat Fred, tek başına da olsa Türk’ü öldüreceğini söyledi.
Türk’ün yanında tabancası vardı ama diğerlerinin tüm silahlarını yere attırmıştı.
* * * * * *
Hava kararınca konakladılar. Türk yorgunluktan hemen uyuyakalmıştı. İngilizler biraz ötede yatmış ama henüz uyumamışlardı. Fred, Türk’ün uyuduğunu anlayınca usulca yerinden kalktı, belinde gizlediği bir bıçağı çıkararak Türk’e yaklaşmaya başladı. Onu gören Joe yerden doğruldu, alçak sesle arkadaşına bağırdı; “-Git, yat yerine!. . ” Fakat Fred onu duymamışcasına ilerlemeye devam etti. Bu kez bacağı yaralı olan da yerden bir taş aldı, kendisine daha yakın olan Türkle
arkadaşının arasına girmeye çalıştı. Joe’nun kararlı tutumu üzerine Fred sinirlendi ama Türk’ün uyanmasından çekinerek yerine gitti, yattı.
* * * * * *
Sabah Türk yanındaki yiyeceği İngilizlerle eşit paylaşınca, Fred’te de biraz yumuşama olur, ama uzun sürmez. Türk’ün düşman olduğunu, sağ kalırsa tekrar İngilizlerle savaşacağını düşündü. İlk fırsatta onu öldürmeye karar verdi. Joe’nun Türk’e aptalca bir minnet duyduğunu ve bu konuda onu güvenemeyeceğini düşünüyordu. Tek başına başarmak zorundaydı. O bir Türk, bir düşmandı ve ölmeliydi.
* * * * * *
Yer yer uçurumlarla kesilen bir patikadan ilerlemeye başlamışlardı. Aniden fırlayıp uçan bir kuş Fred’i şaşırtır, ayağı takılır, tam uçuruma düşecekken Türk atılır, bileğinden yakalar. Zorluklada olsa yukarı çekmeyi başarır. Sonra hiçbirşey olmamış gibi dönüp yürümeye devam eder.    Fred, Türk’ün kendisini kurtardığına sevinememiş, hatta üzülmüş, sinirlenmişti. Ne yapması gerektiğine artık kendisi de karar veremiyordu.
Aynı dar yolda ilerlemeye devam ettiler. Türk bacağı yaralı olan Joe’ya çoğu zaman yardım ediyor, Fred biraz arkadan geliyordu.
Arkadan gelen Fred, tutunmak için elini attığı yerde, tam eline oturan bir taş buldu. İçinde yine Türkten kurtulmak için büyük bir  istek duydu. Kısa bir kararsızlıktan sonra, taşı eline alıp, Türk’e arkadan yaklaşmaya başladı. Son anda Joe onu farketti, kendisini yere atarken Türk’ü uyarmak için bağırdı. Bir tehlike olduğunu anlayan Türk ileri fırlarken, silahını çekip hızla döndü.    Biran için sanki zaman durdu; birinin elinde tabanca, diğerinde taş ve yerde şaşkın Joe öylece kaldılar. Fred elindeki taşın, tabanca karşısında bir işe yaramayacağını düşünüp kahroluyordu.

Türk bir kaç saniye daha öylece baktıktan sonra. bir dostu tarafından aldatılmış gibi, hayalleri yıkılmış gibi omuzları düştü. Tabancayı ters çevirip Fred’e uzattı. “-Hâlâ beni öldürmek istiyorsan, al !. . ” der gibiydi. Fred şaşkınlık içinde tabancayı aldı ve Türk’e çevirdi. Ne olduğunu anlamak ister gibi kendisine bakan yerdeki Joe ile gözgöze geldi. Arkadaşı “-Yapma!. . ” diye bağırınca, fırsatı kaçırmaktan çekinir gibi elindeki silahı daha da doğrulttu, parmakları tetiğe gitti.
Türk’ün “-Vefasızsın, kalleşsin !. . ” diye haykıran gözlerinden kendini kurtarıp
tekrar arkadaşına baktı; öfke dolu gözlerle karşılaştı. Yapamayacağını düşündü. Tabancayı tutan eli güçsüzce yanına düştü, sonra tabancayı Türk’e uzattı. Türk tabancayı sevinçle geri aldı, tekrar silahı ona çevirdi. Joe’nun şaşkın bakışları altında tetiğe bastı. . .
İngilizler şaşkınlık içinde kalmışlardı; silahta kurşun yoktu. Türk gülerek silahını beline koydu, cebinden çıkardığı kurşunları gösterdi. Silahını boşalttığı için Fred’e vermiş, onu denemişti. İngilizler de durumu anlayınca dakikalarca güldüler.
* * * * * *
Tekrar yola koyuldular. Birden Türk ayağını oynak bir taşa basıp yere yuvarlandı. Düşerken kolu sıyrılmış, bileği kanamıştı. Joe atletini yırtıp onun bileğini sarmaya hazırlandı, fakat kanın çok az olduğunu görünce bir an durdu. Sonra bıçağını çekip kendi bileğini de hafifçe
kesip, kanattı. Sonra kanayan bileğini Türk’ün bileğinin üzerine koydu. Türk kankardeş olarak kabul edildiğini anlayınca gülümsedi. Birbirlerine sımsıcak, dostluk kokan bakışlarla baktılar. Onları ayakta seyreden diğer Fred de bıçağını çekip bileğini hafifçe kesti, yanlarına çömelip
bileğini onlarınkiyle birleştirdi.
* * * * * *

Şafak sökerken yola koyuldular. Çok geçmeden bir kamp ateşi göründü, sevinç içinde yürüdüler. Uzun bir yürüyüşten sonra kampa yaklaşmışlardı. Sevinç ve heyacandan kampa çok yaklaştıkları halde, hiç kimseyi neden göremediklerini düşünmediler. Arkada kalan Türk gayri
ihtiyari, eline aldığı boş tabanca ile oynuyordu.
Fred, kampta İngiliz bayrağını görüp sevinç naraları atmaya başlamıştı kî; iki el silah sesi sevincini kursağında bıraktı. Bir grup İngiliz askeri saklandıkları yerden neşeyle çıkarken, vurulan Türk cansız yere düştü. . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Joe, Türk’ün üzerine kapanıp ağlarken Fred kendini dermansızca dizlerinin üstüne bıraktı. Türk’ün tabancasını aldı. Bir süre boş boş ufuklara baktıktan sonra hıçkırıklarına engel olamadı. Arkadaşlarını Türkten kurtardıklarını sanan İngilizlerin şaşkın bakışları altında, arkadaşı gibi Türk’ün üstüne kapanıp ağlamaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu; “-Kardeşim!. . . Kardeşim!. . . ”
 AHMET ÜNAL ÇAM

ahmetunalcam@gmail.com
http://huzur.sehri.com

Published in: on Nisan 12, 2007 at 6:54 pm  Yorum Yapın  

Başkalarının Kızları

  BAŞKALARININ KIZLARI  

   Yazılış : 19-01-2007 12:00

         

 BAŞKALARININ KIZLARI

 

İstanbul boğazına bakan lüks ofisten denizi seyreden şişman adam keyifli görünüyordu.

            -Bu işte zahmet az, kar çok, diyerek gülümsedi.

            Kısa bir telefon çalma sesinin ardından, sekreterinin sesi odaya yayıldı;

            -Altan bey geldi efendim.

            -Tamam, bekletme al içeri.

            Ahizeden sesi duyunca sekreterin yanında bekleyen … sekretere gülümseyip göz kırptıktan sonra içeri girdi. İçerde bekleyen şişman iş adamına kollarını açarak;

            -Vay İdris’im naber.

            İdris, kollarını açarak, gelen arkadaşına sarıldı;

            -Hoş geldin Altan bey. Ama böyle dostluk gösterileriyle fiyat düşüremezsin ha.

            -Yav nolacak, her organizasyonda sana uğramıyor muyuz?

            -Eee dostluk başka, ticaret başka. Ben komisyonuma bakarım.

            -Ne uyanık adamsın sen yahu.

            -Ne demişler uyanığı severim, benden uyanık olmazsa. Sen onu bunu bırak da, ne zaman geldin İstanbul’a, kalacan mı biraz?

            -Bu gün geldik.

            -‘Geldik’ mi? Kimlerle ?

            -Bu sefer bizim hanımla çocukları da getirdim. Yedikule konser mi ne varmış, şimdi ordalar.

            -İyi iyi, İstanbul’u gezsinler bakalım.

            -Benim iş görüşmem var, siz gezin dedim. Eeee.. hani nerde adamın.

            -Gelir gelir şimdi. Biliyorsun bu adamlar ortalıkta dolanmayı filan pek sevmiyorlar.

            -Yav.. pek sır vermiyorsun ama bu adamlar ortalıkta dolanmıyorsa, sen nasıl buluyorsun onları.

            -Onlar bizi buluyor hemşerim. Onlar piyasayı bizden iyi biliyorlar.

            -Bize, Ankara’ya niye gelmiyorlar. Gerçi bize de başkaları geliyor ama bunlar gibi uzmanlaşmışlar gelmiyor.

            -İşte söylüyorsun ya, bunlar uzman. Yakalanmamak için gizli kalmaya çok önem veriyorlar.

            O esnada sekreterin sesi tekrar duyuldu;

            -Haluk bey gelmiş efendim.

            İdris düğmeye basarak; “-Gelsin gelsin.” Diye seslendikten sonra arkadaşına döndü;

            -İşte geliyor, soracağını ona sor ama pek bilgi alabileceğini sanmıyorum.

            Haluk içeri girince kısa bir tanışma faslından sonra İdris sordu;

            -Resimlerini getirdin mi kızların?

            Haluk çantasını açtı, genç kız resimlerini çıkardı;

            -Getirdim getirdim. Yalnız gördüğün gibi kızlar güzel, fiyatlar da ona göre.

            İdris pişkin pişkin güldü;

            -Fiyat artarsa benim de komisyon artar.

            Altan somurttu;

            -Ya bizim Bentderesinde pahalı kızın işi ne. Karaköyde de öyle, İzmir Basmane de öyle. Bize ucuzu lazım.

            İdris öyle deme Altan bey, biz de az çok biliyoruz, iyisini öyle yerlerin dışında çalıştırıyorsunuz. Ama merak etme ben bu gün senden yanayım. Haluk bey, fiyatlarda ne gerekiyorsa yapınız, Altan bey devamlı müşterimizdir.

            -Merak etmeyin, anlaşırız. Biz de bir an önce kızları teslim edip gitmek istiyoruz. Ama kusura bakmayın, ben de biliyorum ki bu güzelleri Bentderesinde filan değil, en azından gazinolarda filan çalıştırırsınız. Ona göre fiyatı fazla düşürmeyin.

            Altan yerinde kıpırdadı;

            -Yav iş bilenle pazarlık da zor olacak. Bizim de tehlikelerimiz var. Gazinolara filan baskın yaparlar diye.Sonra kızlar bizi suçlarsa.

            -Kızlar buna cesaret edemezler ki, bir tanesinin ayağına bir kurşun sıkınca hepsi sesini keser.

            -Aman o duruma gerek kalmasın. Bu kızların kimi kimsesi yok ya?

            -Biz bunları star yarışmalarından bulmuyoruz hemşerim, yok tabi kimi kimsesi.

            Seçtikleri kızların resimlerini ayırıp uzatırken, Altan merakla fısıldadı;

            -Eee bu kızları nerden buluyorsunuz o zaman?

            Haluk, bir saniye deyip telefonla birine kız isimleri sayıp, talimat verdi;

            -Evet…bu kızları arabadan indirip, binaya getir. Ben de hemen parayı alıp geliyorum.

            Altan’a döndü;

            -Altan bey, benim de çalıştığım adamlar var. Kimisi kızları evlenme vaadiyle kandırıp, ailesiyle bağını koparıp sonra bize satıyor, kimisi star yarışmalarında dansözlüğe filan meraklı kızları kandırıp getiriyor. Fakat bunların çoğu riskli oluyor. Ailesi sonradan arayıp başımıza bela olanlar çıkıyor.

            Kapı açıldı, içeri birbirinden güzel kızlar girdi. İdris kalkıp onlarla ilgilenirken, haluk aldığı paraları sayıp, çantasına koyup ayağa kalktı;

            -Bizim en çok işimize gelen kaçırılan çocuklar. Bunlar yaşına göre birkaç yıl sağda-solda dolaştırılıyor. Bunlar ailesini, ailesi bunları unutsun diye epey bir zaman ortalıktan gizleniyor.

            -Nerde gizleniyorlar?

            -Bu iş çok tehlikeli, cezası çok olduğu için, benim sizi bulduğum gibi, bu adamlar bri kez bağlantı sağlandıktan sonra artık her sene beni veya benim gibi bu işle ilgilenenleri buluyor. Olmazsa gazinolarda veya çeşitli illerdeki Bentderesi, Karaköy, Basmane gibi yerlerde patronlarla görüşüyor.

            Altan güldü;

            -Desene ki hepimiz uzmanlarla çalışıyoruz.

            -Öyle olmasa, bir yakayı versek, hapisle de kurtulamayız, hapiste de bizi linç ederler.

            -Sen bilirsin yahu, o çocukları nasıl ele geçiriyorlar, nasıl kaçırıyorlar?

            Altan’ın ısrarı üzerine, Haluk bir an kuşkuyla baktı;

            -Ne o gizli kamera filan mı var? Niye ısrarla soruyorsun?

            -Yok yahu, biz de bu işlerin içindeyiz. Sadece merak ediyorum.

            Haluk kapıda bir an kararsız durdu;

            -En çok küçük kız çocuklarını kaçırıp yıllarca başka şehirlerde, dilendirerek filan saklıyorlar. Bazen okul çıkışlarında yalnız çocukları kaçırsalar da en çok Pazar yeri, konser gibi kalabalıklarda ailesinden uzaklaşan çocukları bir şekilde, tatlı dille, “Kayboldun mu, gel seni annene götüreyim’ veya ‘Annen,baban beni seni almaya gönderdi’ filan diyerek kaçırıyorlar. Neyse ben kaçtım.

            Haluk odadan hızla çıkıp uzaklaşırken, Altan’ın yüzünün kıpkırmızı olduğunu fark etmemişti. Altan telaşla, cep telefonunu ararken idris sordu;

            -Ne oldu, bu ne telaş?

            -Duymadın mı? Küçük kızları kalabalık yerlerde, konser yerlerinde filan kaçırıyorlarmış.

            -Eee… ?

            -Benim küçük kızım Ebru da, annesi ve abisiyle konsere gitti.

            Hemen eşinin numarasını aradı;

            -Alo, alo Banu..

            -Evet, noldu Altan, bu ne telaş.

            Eşinin böyle konuşmasına rağmen sesinde bir farklılık, bir şey gizleme olduğunu fark eden Altan hemen sordu;

            -Ebru yanında mı?

            -Ebru mu, şey.. 10-15 dakkadır bulamıyoruz ama şimdi buluruz merak etme. Büfeye gitmişti gelmedi. Görenler olmuş, birisi “Ben annenin yanına götüreyim” diye elinden tutmuş, herhalde görevlilerden biridir, bizi arıyordur. Sen merak etme.

            Altan, kalbini tutarak yere doğru yığıldı. Elinden telefon düşmüştü, idris yanındaki güzel kızlarla Altan’ı tutarak duvara yasladı. Altan genç kızlara bakarak ağlıyordu;

            -Kızım, kızım.

 

 

Yazan : Ahmet Ünal ÇAM     Yazılış : 19-01-2007 12:00

 

 

 

  http://huzur.sehri.com ahmetunalcam@gmail.com

 

Bu notu silmeyiniz Not : Öykü ve şiirlerimi paylaşırken lütfen yazar ismi silmeden paylaşınız

 

Hatırlatma: Şiir ve öykülerimi bastırmak için sponsor vb destek arıyorum.

Beğendiklerinizi tanıdığınız yayınevleri, gazeteci gibi destek imkanı olanlara göndermenize sevinirim.

 

Published in: on Nisan 12, 2007 at 6:46 pm  Yorum Yapın